Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2016 Cumartesi

11.22.63: GEÇMİŞİ DEĞİŞTİREBİLİR MİYİZ?



İlk olarak söylemem gerekiyor ki, çok sağlam bir diziyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Böyle iyi görsellik ve kurguya sahip bir uyarlama olacağını daha önceden de tahmin edebiliyorduk gerçi Stephen King eserine JJ. Abrams dokunuşunun neler yaratacağını bildiğimiz için. Sonuçta, kitabın harika olması yeterli değildir. Kötü bir kitap uyarlanarak çok iyi bir hale getirilebilir ya da çok iyi bir kitap uyarlanarak rezil edilebilir. Ama ilk bölümden gördüğüm kadarıyla söyleyebilirim ki, kesinlikle rezil edilmemiş.

Başrolünde James Franco'yu gördüğüm zaman bir an şaşırıyorum tabii. Freaks and Geeks'den sonra birkaç dizide daha rol almasına rağmen hiçbirini beğendiğimi söyleyemem. Bunun nedeninin Franco'yu sinemada izlemekten daha çok keyif almama bağlayabiliriz. Yani bana göre ya dizi hiç ilgi çekmeyecekti ya da tam bir sinema filmi tadında olacaktı. Tabii ki ikinci seçenek oldu. Şimdilik övme işini burada bırakıyor ve 11.22.63'nin konusuna geçiyorum. Bundan sonrasına dikkat, çünkü spoiler yeme olasılığınız çok yüksek.

Jake Epping (James Franco) bir okulda İngilizce öğretmenliği yapmaktadır. Hem yetişkin sınıfına hem de ortaokul mu lise mi olduğunu çözemediğim fiziken olgun, ama zeka olarak beş yaşında olduklarını bile düşünmediğim gençlere ders veriyor Epping. Eşinden de ayrılmak üzere olan bir öğretmen olduğunu düşünürsek, hayatında çoğu şeyin yolunda gitmediğini çözebiliriz kolaylıkla. Epping, eşiyle boşanma evraklarını tamamlamak üzere her zaman gittiği lokantaya gidiyor, oranın sahibi olan ve neredeyse 12 yıldır dostu olan Al Templeton (Chris Cooper) ile konuşuyor. Bunlar olduktan yaklaşık iki dakika sonra Al, lokantanın mutfağından, sanki 10 yaş yaşlanmışçasına geri dönüyor. Neden mi? Evet tüm izleyenleri o dakikada birden kendine çekiyor dizi. Jake, Al'in o iki dakika içerisinde kansere yakalandığını da öğreniyor bu sırada. Çünkü Al, bir dolaptan geçerek 1960 yılına gidiyor ve o iki dakika içerisinde, aslında o 3 yıl yaşamış oluyor. Ama asıl mesele bu değil dostlar. Al, orada J.F. Kennedy suikastini durdurmaya çalıştığından bahsediyor. Ama tabii onun zamanı dolmuştur ve dolaptan çıktığı zaman 60'larda yaptığı her şey sıfırlanmıştır. Bu durumda vasiyet olarak sayabileceğimiz şekilde J.F. Kennedy'nin hayatını kurtarma işini Jake Epping'e bırakıyor. Jake de zor ikna olsa da kendini 60'larda Al'ın tavsiyelerini uygularken ve J.F.Kennedy'nin katili Oswald'ın teşvikçisi Mohrenschildt'i takip ederken buluyor.



Dizide 1960'ların tasviri, görselliği, insanların şimdikinden tamamen farklı olan karakterlerinin ve yaşamlarının yansıtılması tam olarak harika şekilde gösteriliyor. Jake'in sınıfında, dünyada düşündükleri tek şey internette gördükleri komik videolar olan bir sürü çocuk görüyoruz, bunun ardından 1960'larda yaşayan 14 yaşında bir çocuğun, ülkesini korumak için şimdiden askere gitme hayaliyle yaşadığına tanık oluyoruz. İnsan düşüncelerinin geçmişten bugüne evrilme yönünü görünce üzülüyoruz tabii. İnsanların konuşma şekillerinin kibarlığına da tanık oluyoruz tabii. 1960'ta "Yeaah!" diyen tek insan Jake Epping oluyor. Daha bir sürü de pot kırıyor; telefonunu düşürüyor; daha henüz o dönemde çekilmemiş bir filmden bahsediyor; Mohrenschildt'i takip edeyim derken az kalsın hapse bile gidiyordu. Bir de o dönemde şimdikinden çok çok daha belirgin olan ırkçılık mevzusunu da esgeçmediklerini belirtmek istiyorum. Jake yanlışlıkla "Renklilerin tuvaleti"ne girmeye yelteniyor ve "renkliler" ile beyazların tuvaletlerinin ayrı olduğuna dair bir uyarı alıyor. İlerleyen bölümlerde eminim yine buna benzer olaylarla fazlasıyla karşılaşacağız.

Açıkça söylemek istiyorum ki şu dolaptan geçip 1960'a gitme meselesini ilk gördüğümde "Haydaa! Narnia'ya mı geldik yine." demeden edemedim. Çünkü şu sıralar The Magicians'da da benzer bir numara kullanıldı ve artık bir kapıdan duvardan geçip başka bir dünyaya gidilmesi düşüncesi sıkmaya başladı. Eğer ki 11.22.63'ün yazarı başka birisi olsaydı ya da bu kadar iyi uyarlanamasaydı, gerçekten benim için hayal kırıklığı olacaktı. Hala daha ufak tefek sıkıntılarım var dizi hakkında. Ama ileriki bölümlerde bu sorunların halledileceğini düşündüğüm için pek de detaya girmek istemiyorum.



Stephen King'in de deyimiyle, 11.22.63'de değişmek istemeyen bir geçmişi değiştirmeye çalışan Jake Epping'in hikayesi anlatılıyor. Al, eğer ki suikast önlenirse dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşünüyor. Kitabı okumadığım için, bu alternatif evrenin sonunu bilemiyorum. Ama hepimizin de bildiği gibi ayrımcılar, ırkçılar, cinsiyetçiler, homofobikler her zaman etrafımızda olacaklar ve dünyanın kötüye gitmesine neden olacaklar. Ama Kennedy'nin o dönemde ırk ayrımcılığına son verecek yasalar önermesi bu konuda insanı umutlanmıyor değil. Ayrıca Kennedy katolik olduğundan dolayı kimse onun başkanlığa gelebileceğini düşünmüyormuş. Bu durum o dönem için büyük bir adım. Kennedy, Asya ve Afrika'da bağımsızlık kazanan ülkelere yardım etmesiyle de biliniyor. Ülke içinde ise sosyal bir devlet yaratma çabaları içinde olan bir demokrat olarak tanınıyormuş.

Müziklerinin ve 60'ların havası ve heyecanının, dizinin harika görselliği ve tam yerinde efektlerinin yanı sıra kurgusunun, bilim-kurgu yönünün ve siyasi gerçekliklere değinmesinin de fazlasıyla dikkat çekici olduğunu söyleyebilirim. Dizi bir saat yirmi dakika olmasına rağmen o kadar kolay akıyor ki, siz sıkılmaya vakit bulamadan bitiveriyor. Tüm bu gerekçeler ile birlikte sizi 11.22.63'yi izlemeye davet ediyorum.

4 Şubat 2016 Perşembe

MODERN DÜNYANIN SHAKESPEARE UYARLAMALARI

Modern dünyamızda, hayatlarımız da duygularımız da modern hale geldi. Gelmek zorundaydı da zaten. Teknoloji, bizden duygularımızı soğuklaştırmayı, dilimizi daha sadeleştirmeyi teklif etti. Biz de teknolojinin sözünü dinleyerek yavaş yavaş makineleştik. Sözel zekamızı ve farklı karakterlerimizi sıradanlaştırarak topluma ayak uydurduk. Farklılığımızı gösteremez hale geldik. Bu durumu sinema vasıtasıyla daha rahat görebiliyoruz. Sinemada gördüğümüz karakterlerin çoğu gerçek dünyada olmayacak kadar "insan"lar. İçinde fantastik ögeler bulundurmayanlar bile sanki fantastik bir dünyaya aitmiş gibi, bizim bulunduğumuz gerçeklikten farklılar. Bu farklılıkların en belirginleşmiş hallerini dönem filmlerinde sezebiliyoruz. Onları görüyor ama onlara dokunamıyoruz. Shakespeare'i de her okuyuşumuzda -evet o zaten bizim dönemimize ait değil- bambaşka diyarlara dalıp gidiyoruz. Bize hayal mi kurduruyor? Hayır. Bize kendi şiirsel diliyle sadece üç boyutlu değil belki on farklı boyuta sahip karakterler sunuyor. Bu insanların derinliğinde kaybolup gitme imkanı tanıyor. Okuduğumuzda bir anlığına kendi makineleşmiş dünyamızdan uzaklaşarak bir aydınlanma yaşıyoruz. Şu an değerliymiş gibi görünen şeyler gözümüzde değerini kaybediyor ve farkındalık sahibi oluyoruz. Okumanın yanı sıra, neredeyse 60-70 yıldır filmlerini de izleyerek o hayranlık duyduğumuz "gri" karakterleri gözlerimizle görüyoruz da. Gri diyorum çünkü gerçekten de derinliği olan hiçbir karakter kesinlikle iyi ya da kesinlikle kötü olamaz. Taraf tutma isteğinizi elinizden alarak saf bir edebi eser okur ya da izlersiniz. Bir de bakmışsınız, aslında size göre ahlaki açıdan ters birisine hak verir olmuşsunuz. Shakespeare'in oyunlarını okurken birebir bunu yaşarsınız. Ama iş sinemaya gelince biraz daha farklıdır. Hele ki Shakespeare gibi bir sanatçının eserlerini modernize ederken normalinden bin kat daha dikkatli olmanız gerekir. Dönem filmi çekiyorsanız daha kolaydır tabii. Modernlik katarken hem günümüze uyarlamanız hem de kendi döneminde eserin yansıttığı duyguları iyi yansıtmanız gerekir. Peki izlediğimiz bu modern Shakespeare filmleri bu görevlerini yerine getirebiliyorlar mı dersiniz? Benim gözümde en iyi olanları inceleme görevini üstleniyorum bu durumda.

1- 10 Things I Hate About You (1999)



Günümüzde en popüler modern  Shakespeare uyarlaması olma özelliğine sahip 10 Things I Hate About You. Hırçın Kız (The Taming of The Shrew) isimli oyundan uyarlanarak bir 90'lar dönemi gençlik filmi halini almıştır. Filmde hatta Shakespeare hayranı olan iki karakter vardır. Bu yolla bolca göndermeler yapılır.
Orijinal konu, evlilik çağında olan iki kıza sahip Baptista'nın küçük kızı Bianca ile evlenmek isteyen Hortencio ve Gremio'ya, önce büyük ve asi kızı Katharina'ya bir eş bulmalarını şart koşar. Bu durumda Petruchio'ya giderler ve bu durumun onun ilgisini çekmesi üzerine olaylar sıralanır. Filmde ise konu biraz daha evrilip çevrilerek uyarlanır. Bianca (Larisa Oleynik) ve Kat'in (Julia Stiles) babası Walter (Larry Miller) aslında kızlarının turşusunu kuracak kıvamda bir babadır. Kızlarının yanına yaklaşan bütün erkeklere ters ters bakmaktan daha iyi bir şey yapamayacak birisidir. Bianca ve Kat henüz liseye giden kız kardeşlerdir. Cameron (Joseph Gordon Levitt), Bianca'yı görür görmez ona aşık olur ve Bianca'yı partiye götürüp ona kendini göstermek için yapamayacağı şey yoktur. Bu durumda Walter ortaya çıkar ve eğer Kat partiye gitmiyorsa Bianca'nın da gidemeyeceğini söyler. Bu durumda kiralık ve karizmatik sevgili Patrick (Heath Ledger) ortaya çıkar.
Film, hepimizin bir şekilde başına bela olan okulda popülerlik meselesini masaya yatırıyor. Biraz da konunun dışına sapmamak amacıyla popülerlik sorununa yeterli bir şekilde yer vermiyor. Ama yine de sosyal ortamda sevilmek için diğerlerinin istediği ve beğendiği bir kişi olmak gerektiği sonucunu çıkarmadan edemiyorsunuz. Sevilmek için popüler müzikler dinlemek zorundasınız, herkesin onayladığı şekilde giyinmek, davranmak zorundasınız. Böyle birisi olmamanız durumunda Bianca'nın tam zıttı olan Kat'e dönüşür ve toplum tarafından dışlanırsınız. Toplum, insanların birbirinden farklı olabileceğini kabullenmek yerine kendi doğrularını empoze etmek dışında bir şey yapmamaya büyük bir eğilim gösterir. Ayrıca bir kadının güzel olmak dışında bir işlevinin olmamasını ister. Kadının görevi güzel olmak gibidir. Birer birey oldukları unutularak zekaları, istekleri, hayalleri aşağılanır. Tıpkı Kat gibi. O da farklı hayaller kurmaktadır hemcinslerinden ve bunun için sürekli terslenmektedir.
10 Things I Hate About You, eğlendirici bir gençlik filmi olmasının yanı sıra belirttiğim gibi düşündürüp sorgulatma özelliğine de sahip bir film.

2- Much Ado About Nothing (2012 )



Shakespeare'in aynı adlı eserinden günümüze uyarlanan Kuru Gürültü, garip ve hiç umulmadık bir şekilde bir Joss Whedon eseridir. Joss Whedon'ı yeni nesiller Avengers'dan tanıyabilir ama ben daha çok Buffy The Vampire Slayer ve Angel'dan tanırım. Gerçi bu yapımlarında da ayakta alkışlanacak işler çıkardığı bir gerçek. Ama Much Ado About Nothing ile Whedon tarz değiştiriyor ve yeni bir hale bürünüyor Whedon'ın gözüyle Shakespeare. Başrollerde de yine Buffy ve Angel'dan tanıdığımız Alexis Denisoff (Benedick) ve Amy Acker'ı (Beatrice) görüp daha da çok seviniyoruz. Bir de Nathan Fillion (Dogberry) ve Clark Gregg'i (Leonato) de görünce heyecanımıza heyecan katıyor film.
Leonato'nun hükümetten dostu olan Don Pedro yanında suçlu kardeşi Don John ile birlikte ziyarete gelir. Don Pedro yanında çalışanları olan Benedick ve Claudio'yu da getirir. Leonato'nun yeğeni Beatrice ile Benedick, uzun süredir birbirleriyle çekişme içerisindedirler ve film boyunca bu devam eder. Claudio ve Leonato'nun kızı Hero ise birbirlerine aşık olurlar. Hero saf bir genç kızken, Beatrice asi, hırçın, deli dolu, olgun bir kadındır. Benedick de tam olarak ona uygun bir şekilde çapkın, karizmatik ve en az Beatrice kadar inatçı bir adamdır. Tabii ikisi de o kadar inatçıdır ki kesinlikle birbirleriyle sürtüşmekten vazgeçmezler. Ta ki dostları onları aldatıp birbirlerini sevdiklerini düşünmelerini sağlayana kadar. Bu süreçte sizi bayağı güldürmeyi ve eğlendirmeyi başarır film. O inatçı ve sevimsiz insanları şekilden şekile girerken görmek farklı bir deneyimdir. Bunlar olurken bir yandan da Claudio ve Hero evlenme kararı alırlar, fakat onlar da entrikalara kurban gideceklerdir.
Film siyah beyaz olmasının yanı sıra birebir Shakespeare'in oyunundaki replikler kullanılarak çekilmiştir. Yani insanların birbirine "My Lord" demesini duymak bayağı ilginçtir. Ayrıca yazıldığı dönemin duygularını ve hiç de sade olmayan dilini gördükçe sizi büyüler film. Hem bulunduğumuz döneme aittir, hem de değildir bu açıdan. Tam 12 günde çekilen Much Ado About Nothing, iyi bir filmin büyük bütçelere ya da çok uzun bir çekim zamanına ihtiyacı olmadığının kanıtı gibi.


3- "O" (2001)



 Othello'dan uyarlanan "O", yine günümüze uyarlanma aşamasına lise çağındaki gençler ve basketbol oyuncuları ile geçmiştir. Odin (Mekhi Phifer) ve Desi (Julia Stiles) birbirlerine aşık gençlerdir. Odin, Michael (Andrew Keegan) ve Hugo (Josh Hartnett) ile çok yakın arkadaştır, aynı zamanda da okulun basket takımındadırlar. Yavaş yavaş Hugo, Odin'i kıskanmaya başlar. Odin hem çok güzel bir kız ile birliktedir, hem Hugo'nun babası olan koç Duk'ün Odin'i kendinden daha çok sevdiğini düşünmektedir, hem de kimsenin onun çabalarını görmediğini ve herkesin Odin'in başarılarına odaklandığını düşünmektedir. Bunun için Odin'in kafasına girmek yapacağı ilk şey olur. Desi'nin Michael ile birlikte olduğunu düşünmesini sağlar. Yani Odin paranoyaya doğru sürüklenmektedir. Sonunda Hugo, Odin'i Desi'yi öldürmesi için ikna eder. Michael ile sorunları olan Roger da Michael'ı öldürecektir. Tüm bu entrikaları düzenleyen Hugo'nun istediği hiçbir şey yolunda gitmez tabii. Kendini büyük bir kaosa sürükleyen Hugo, günümüz modernliğine tam olarak uymayan bir karakter olmuş. Diğer filmlerde karakterlerin davranışlarının nedenini görebilirsiniz, ama bu filmde biraz kendinizi zorlamanız gerekir. Çünkü Hugo gibi bir öğrenci böyle bir entrikayı planlayamayacak veya cesaret edemeyecek bir kişiliğe sahiptir büyük ihtimalle. Yine de Josh Hartnett'ın o dönemlerdeki kötü çocuk imajının bu karakteri kurtardığını söyleyebilirim.
Filmi kurtaran diğer kısımlara gelirsek, ilk olarak Odin ve Desi arasındaki aşkın güzelliğini görünce hayran kalıyorsunuz. İkinci olarak da Hugo'nun kendi duygularını anlattığı ve kendi kendine düşündüğü kısımları görünce gerçek Shakespeare ruhunu tadıyorsunuz. Ama geri kalan kısımlar çok daha az şiirsel olduğu için aşırı bir zevk alabileceğinizi söyleyemem.

4- Coriolanus (2012)



Ralph Fiennes'in yönetmenlik denemesi olan ve gerçekten izlerken size inanılmaz bir zevk veren ve merak etmekten kendinizi alıkoyamayacağınız film Coriolanus. Fiennes aynı zamanda başrol olan Caius Martius'ın da altından rahatlıkla kalkıyor. Martius, Roma'da bir generaldir. Halkından nefret eden, son derece sert mizaçlı ama aynı zamanda kim olduğunu bilen ve kimseyi kandırmaya çalışmayan bir liderdir. Halkın yüzüne bakarak "Siz kokuşmuş varlıklarsınız ve sizden nefret ediyorum." diyebilen bir karakterdir. Buna rağmen halk onu senato konsüllüğüne kadar getirir. Ama bir süre sonra halk onunla yeniden yüzleşerek Martius'ı sürgüne yollar. Orada can düşmanı ve Antium'un yeraltı lideri Aufidius'a (Gerard Butler) sığınır. Bu sığınmasının ardından, Aufidius'u yavaş yavaş ezer ve orada liderliğe başlar. Hedefleri ise Roma'da Martius'u istemeyen halkı katletmektir.
Martius da yine gri karakterlerden birisidir. Nefretinin nedenini anlarsınız. Bir lider olarak yetiştirilmiştir ve aristokrat aileye sahiptir. Halkı gördüğü anda da ondan nefret etmiştir. Martius'ın, halkı hiçbir zaman onları sevdiğine dair kandırmamasına rağmen halk onu sever ve senatoda görmek ister ve sonra da onu kovarlar. Yani bir bakıma burada suçlu halktır. Kendi görmek istedikleri lideri Martius'da gördüklerini zannederler ve yeniden baktıklarında tıpkı günümüzde de siyasi liderlerde olduğu gibi koca bir boşluk görürler. Aslında Martius boş değildir. Ama halkın yararını değil, kendi yararını sağlayan asil bir varlıktır. Asaleti hem onu yüceltir hem de ezip geçer.
Aufidius ile olan ilişkisi de güzel işlenmiştir. Birbirlerini öldürmekte tereddüt etmezler ama aslında ikisi de birbirinden farklı değildir. Aynı asalet, aynı keskinlik, aynı sert mizaç, sadece farklı düşüncelere sahiplerdir. Martius'un Aufidius'a sığındığı an da izlenmeye değer bir sahnedir. Martius'un "Eğer kendim olmasaydım Aufidius olmak isterdim." sözlerinden de anladığımız gibi oldukça farklı bir ilişkileri vardır.
Coriolanus, tiyatrodan sinemaya çok büyük zorlukla aktarılabilen bir eserdir. İyi yönetmenlik ve iyi oyunculuklarla bu zorluğun altından kalkılsa da eksiklikler bolca göze çarpmıyor değil. Buna rağmen izlenmeye değer olduğunu belirtmekte fayda var.

5- My Own Private Idaho (1991)



Gus Van Sant'ın ilk önemli yönetmenlik denemesi olan My Own Private Idaho, Shakespeare'in Henry IV'unun birinci bölümünden esinlenerek yapılmıştır. Esinlenilen kısım ise orijinalinde; Henry bir devlet adamıyken oğlu Hal eğlenceye düşkün bir serseri olarak yaşamını sürdürmektedir. Henry bu durumda oğlunun ona geri döneceği günü beklemektedir. My Own Private Idaho'da bu durum yan konu halindedir. Asıl konu ise Mike (River Phoenix) sokaklarda yaşayan ve kendini satarak para kazanan bir gençtir. Bir yandan da narkolepsi hastalığı ile uğraşmaktadır. Diğer bir değişle strese girdiği zaman uykuya dalmaktadır. Mike'ın en yakın arkadaşı Scott (Keanu Reeves) da her daim Mike'ın arkasını toplamak için yanında bulunmaktadır. Henry IV'dan esinlenilen karakter tam olarak Scott ve babasıdır. Mike ise daha çok annesini bulup hayatını yoluna sokmak isteyen bir tiptir. Ama hayatın durmadan çarptığı birisi varsa o da Mike'tır.
Sokak hayatını yakından inceleyen My Own Private Idaho, eşcinselliği de incelemektedir. Ama filmde yer alan eşcinseller genel olarak sapık gibidir. Tabii ki Mike hariç. Mike gerçekten sevgiye muhtaçtır ve film boyunca sevgiyi arar. Bunu rüyalarında gördüğü annesi ve rüyalarındaki sahte dünyasıyla karşılamaya çalışsa da başaramaz. Scott'a aşık olur ama Scott'tan da karşılık göremez. Bu durum onu bir çıkmaza sokar. Hayat tarafından dışlanan Mike'a film boyunca üzülüp durursunuz.Mike'ın Idaho'da bir yolu vardır. Bu yol hiç bitmez, hiç bu yolun sonuna gelemez Mike. Bu yolu gördükçe strese girip uyku krizleri geçirir.

Film fazlasıyla yeraltı edebiyatını ve filmlerini hatırlatıyor. Yani insanların görmek istemedikleri ama hayatın bir parçası olan kısım. İzlerken özellikle River Phoenix'in oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz. Böyle bir role bürünmenin zorluğunu gördükçe daha da seviyorsunuz karakteri. Scott'a gelirsek, ne istediğini tam olarak anlayamadığım bir karakter Scott. Mike'ın annesini bulmak üzere İtalya'ya gittiklerinde aşkı bulan Scott, o can dostu Mike'ı bir anda terkedip sevdiği kızla birlikte babasının yanına ve zengin yaşamına geri dönüyor. Bir anda neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Üstüne bir de o yaşama geri döndükten sonra eski dostlarını bir kalemde silmesiyle nefretleri üzerine topluyor. Ama Mike ve Scott arasındaki ilişkinin iyi işlendiğini düşünüyorum. Mike'ın Scott'a aşkı ve Scott'ın sadakati bir yere kadar güzel gidiyor. Ama sonra elinizde patlıyor tabii. Tüm bunlarla birlikte My Own Private Idaho'nun da izlenmesi gereken bir uyarlama olduğunu söylemek istiyorum.

Bonus: Hamlet (2000)



Bu filmi neden bonus olarak söylüyorum? Çünkü izlemeyi çok istediğim ama Türkçe çevirisinin bulunmadığı gibi bir gerçek mevcut. Başrolünde koskoca Ethan Hawke, Julia Stiles, Kyle MacLachlan, Bill Murray ve Liev Schreiver bulunmakta ve hala daha çevirisi yok. Diyebilirsiniz ki, benim İngilizcem var anlarım. Benim de var, ama Shakespeare'i anlamak için yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor!

20 Ocak 2016 Çarşamba

NEW YORK'UN ORTASINDA SİHİRLİ BİR DÜNYA: THE MAGICIANS

Yepyeni bir dizi keşfi ile daha karşınızdayım! The Magicians, ilk bölümü 2015 Aralıkta yayınlanan ve devamını 26 Ocak'ta izleyebileceğimiz (25 Ocak'ta Amerika'da yayınlanıyor, internet ortamında ertesi gün izleyebiliriz sanırım) güzel bir fantastik dizi. Biraz Harry Potter'ın yandan yemişi diyorlar, ama inanmayın. İzledikçe akıllara Harry Potter'dan çok Narnia'yı getiriyor.



Quentin Coldwater (Jason Ralph), bunalımın en derinlerinde gezinen, özgüvensiz, son derece yalnız birisidir. Daha yeni liseden mezun olmuştur (Bu saç sakalla nasıl liseden mezun olduysa). Bir ara da kendini bunalımda olması nedeniyle hastaneye kapattırmıştır. Sonra nasıl olduysa akıllanıyor ve dışarıya adımını atıyor. Yakın arkadaşı olan Julia (Stella Maeve) ve onun erkek arkadaşı ile zaman geçiriyor. Julia, Quentin'i sürekli hayattan uzaklaşmaya çalışmakla suçluyor ve üniversiteye gitmesi için de çabalamadığını söyleyip başının etini yiyor. Sonunda Quentin, bir görüşmeye gidiyor, derkeen hop! Üniversite için görüşmeye gittiği profesörü evinde ölü buluyorlar. Oradan güç bela uzaklaşıyor Quentin ve Julia tabii. Ardından Quentin elinden uçan kağıdı yakalayacağım derken kendini New York'un dışında, başka bir dünyaya adım atmış buluyor. Julia da aynı şekilde Quentin'den bağımsız bir şekilde bu dünyaya giriyor. Burası bir üniversite tabii: Brakebills University. Quentin, burada sihir yapabildiğini ve bu okula sadece sihir yapabilen öğrencilerin alındığını öğreniyor. Yani biraz tipik, kendi dünyasında bir hiçken başka birisi olduğunu öğrenen ve çok yetenekli olduğunu anlayan karakter.

Bu saatten sonra, The Magicians'a benzeyen tüm yapımlarda olduğu gibi gittiği çevre yapmak ve kötü adamla tanışmak kalıyor. Evet ilk bölümde Quentin'e dost olacak isimleri iyi kötü anlıyoruz. Yetenekli, inek ve bolca sırrı olan Alice (Olivia Taylor Dudley), üniversite hayatını Quentin'e öğreten Eliot, Eliot'un arkadaşı Margo ve Quentin'in oda arkadaşı gıcık Penny sanırım dizi boyunca Quentin'in yanında olacaklar. Hemen bir de düşman çıktı ortaya tabii. Zamanı durdurup müdürü korkunç bir şekilde katleden, adını sanını öğrenemediğimiz, etrafında böcekler gezen garip bir adam Quentin'i görünce duruyor ve aradığını bulduğunu söylüyor. Dizinin ilerisini biraz da olsa tahmin edebiliyorsunuz yani.



Bir de Julia meselesi var (Keşke olmasaydı). Julia, Brakebills Üniversitesi'ne giremeyince kelimenin tam anlamıyla deliriyor. Aslında hak da veriyorsunuz, sonuçta sihir yapabildiğini biliyorsun, ama aptal bir sınavı geçemedin. Hayatın tamamen değişecekken bir anda olduğun yerde çakılıp kaldığını öğreniyorsun. Julia da haklı olarak onunla konuşan profesöre bağıra çağıra "İstediğiniz şey, her şeye evet diyen, sorgulamayan koyunlar mıydı?" diyor. Sorguluyorsun sorgulamasına da ama yetenek yok demek ki sende, niye inat ediyorsun sevgili Julia? Bu durumda Julia'yı tam doğum günü partisinin ortasında kötü karakterlerden olduğunu tahmin ettiğim bir adam kenarda kıstırıyor. Sihir yeteneğinin de bir anda ortaya çıkmasına neden oluyor. Julia da bu durumda kendini o adama bırakıyor ve onun yolunu takip ediyor.



Bir diğer ilgi çekici noktadan bahsetmek istiyorum. Quentin, söylediklerine göre liseden beri sürekli Fillory ve İlerisi adlı fantastik bir seriyi okuyor. Kitaptaki karakterler de tıpkı onun gibi sihir yapabiliyor ve aralarından "Şüpheci" olarak bahsedilen kız sürekli Quentin'in rüyasına giriyor ve ona dikkat etmesi konusunda ipuçları vermeyi ihmal etmiyor. "Uzun süre bu okulda kalmayacaksın!". Tamam zaten kalmasa daha iyi olur. Okul ortamı biraz klişeler barındırıyor ve benim de pek hoşuma gitmedi açıkçası. Eğer ki fantastik bir iş yapıyorsanız daha iyi bir hayalgücünüzün olması gerek. Ama The Magicians bir kitap uyarlaması olduğu için tabii çok da fazla hayalgücünü genişletemiyor, kitaba bağlı kalması gerekiyor. Yani aslında dizi oldukça eğlenceli ve sürükleyici olsa da, daha iyisini beklerdim demeden edemiyorum. Kendisini bu kadar çabuk belli etmeseydi en azından daha iyi olabilirdi. Ama yine de hemen ümidi kesmek olmaz, daha önümüzde koca bir sezon var diyorum.



The Magicians'ın haberleri yapılırken neden sürekli "Harry Potter'ın üniversiteye başlamış hali" olarak tasvir ediliyor dizi, anlam vermeye çalışıyorum ilk bölüm boyunca. Ama olmuyor arkadaşlar. Harry Potter'ın büyülü dünyasıyla alakası yok. Bazı benzerlikler yok değil tabii. En çok dikkatimi çeken şey, okul müdürü (ya da rektör, artık ne diyorlarsa) Quentin'i aslında yakından tanıyor. Bir kadın New York'ta müdür Dean Fogg (Rick Worthy) ile buluşuyor ve "Bizim çocukla ilgileniyor musun?" benzeri bir söz sarf ediyor. Buradan anlıyoruz ki "Bizim çocuk", Quentin'in ta kendisi. Dean Fogg, tıpkı Dumbledore bu durumda. Dean Fogg, Dumbledore'dan farklı olarak Quentin ile pek ilgilenmemiş ama hayatı boyunca. Yine de etrafta sırlar ve "The Chosen One" olayları dönüyor sanki. Ama Dean Fogg, daha ilk bölümden hakkın rahmetine kavuşuyor, biz de ağzımız açık bakıyoruz ekrana.



Dizide sihirin anlamı ne? Herkesin birbirinden farklı bir gücü olduğunu görüyoruz. Bazılarının güçleri birbirine benziyor, ama genel olarak Harry Potter'daki gibi belirli sihirli sözcükler ve asalar yok. Bazıları zihin okuyor, bazıları uçuyor, bazıları dünyanın fiziksel güçleriyle oynayabiliyor... Eğer ki dizi bir okul dizisi olmaktan çıkıp New York sokaklarına dökülürse işte o zaman benim gözümde harika bir hal alacak. Bunun olmasını dört gözle bekleyeceğim.

Tüm bunlara rağmen, ilk bölümünün verdiği izlenimlere göre merak edilip izlenmeye değer bir dizi olduğunu düşünüyorum. İzleme kararı almanıza yardımcı olabildiysem, iyi seyirler dilerim...

8 Ocak 2016 Cuma

THE SKIN THAT I LIVE IN: CİNSİYET DEĞİŞTİRMEYİ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ HİÇ?



Cinsiyet değiştirmeyi düşündünüz mü hiç? Herhalde bir çoğumuz bunun uçuk bir düşünce olduğu konusunda hemfikiriz. Peki, daha ileri gidip şöyle sorsam: Birisi sizi kaçırıp cinsiyetinizi zorla değiştirse…


2011 yapımı İçinde Yaşadığım Deri ya da İspanyolca adıyla La Piel Que Habito İspanyol sinemasının büyük isimlerinden Pedro Almadovar’un yönetmenliğinde çekildi. 
Bir araba kazasında yanarak ölmekten son anda kurtulan eşini yanıklardan oluşan görüntüden kurtarmak için yeni bir deri yaratmak üzerine çalışmalar yapan estetik cerrahı Dr Robert Ledgard on iki yıl boyunca evindeki laboratuvarında çalışmaya devam eder ve domuz-insan kanı karışımıyla elde ettiği bir deri üretir. 

Eşinin yanmış vücudunu görmesi üzerine intihar etmesi ve küçük kızlarının da buna şahit olmasından sonra büyük depresyon geçiren aile iyice hassaslaşmıştır.



Gerilim türündeki film, Fransız polisiye yazarı Thierry Jonquet'in Tarantula isimli 2005 tarihli romanından uyarlandı. Yönetmenin 20 yıl sonra Antonio Banderas'la tekrar bir araya geldiği 'The Skin That I Live In', kızına tecavüz eden bir adamdan intikam almaya çalışan psikolojisi bozuk bir plastik cerrahın saplantılarını ve hücrelerle ilgili yaptığı araştırmalar sayesinde yeni bir insan derisi yaratmasını konu alıyor. 
Aslında film tanıtımının ardından kendi düşüncelerimi, filmin beğendiğim kısımlarını paylaşırım fakat bu defa farklı olacak. Çünkü film o kadar süprizlerle dolu ki en az bilgiyle izlemeniz çok daha fazla heyecan verecektir. İlginç bir hikaye ve ilginç olaylar dizisi. Şimdiden iyi seyirler…


6 Ocak 2016 Çarşamba

EDEBİYAT VE MİTOLOJİNİN KESİŞİM NOKTASI PENNY DREADFUL

Penny Dreadful hakkında söyleyebileceğim ilk şey "Aman Tanrıııım!" gibi bir şey olabilir. Bugüne kadar izlediğim en kaliteli fantastik yapımlardan birisi çünkü. Yapımcısı John Logan'ın da hakkını yemeden söylemeliyim ki Eva Green (Vanessa Ives), Josh Hartnett (Ethan Chandler), Timothy Dalton (Sir Malcolm Murray) gibi mükemmel isimlerin başrollerinde olduğu Penny Dreadful edebiyattan, mitolojiden beslenerek kendini gözümüzde büyüttükçe büyütüyor.



1890'lı yıllarda geçen dizide Vanessa Ives, sadece psikoseksüel bir durumda dışarı çıkan bir şeytanla aynı vücudu paylaşıyordur. Hayatı boyunca bunun acısını çekerek yaşamıştır ve kendini bu durumdan kurtaramayacağı için, şeytanla yaşamanın kendince bir yolunu bulmuştur. Vanessa, Malcolm Murray'ye kızını bulmak üzere yardımcı olmaya çalışmaktadır. Ama Malcolm'ın kızı Mina, bir vampirin esiri olmuştur. Bu sırada iki sezonun sonunda "Tanrı'nın Tazısı" olduğunu anlayabildiğimiz Ethan Chandler olaya dahil olur. Ethan, Amerika'daki kızılderili savaşlarından çıkıp Londra'ya kaçmış bir nişancıdır. Tabii bu üçlümüz ilk maceraları olan bir vampir yuvasına saldırır ve öldürdükleri bir vampiri, meşhur genç doktorumuz Victor Frankeinstein'a (Harry Treadaway) incelemesi için getirirler. Böylece Victor da olaya dahil olmuştur. Son olarak iki sezonun sonunda fonksiyonunu hala anlayamadığımız Dorian Gray ile tanışırız. Dorian Gray'in tek fonksiyonu bana göre Ethan'ın sevgilisi Brona'nın ölümünden ve Victor'un onu yeniden canlandırmasından sonra Brona'ya bayağı iyi bir eş olmasıdır. Hatta kaba bir tabir ile "tencere - kapak" da diyebiliriz. İkinci sezonda konu değişir tabii. Birinci sezonda karşılaştığımız Madame Kali, üç cadı kızı ile birlikte Lucifer'ın sadık hizmetkarlarıdır ve amaçları Vanessa'yı Lucifer'ın hizmetine almaktır. Bunun için yapmadıkları kalmaz dolayısıyla.



Penny Dreadful, sadece ana karakterler ve onun hikayelerine değil, yan karakterlerin hikayelerine de sahip. İşlediği bütün karakterleri o kadar edebi bir nitelikte anlatıyor ki hem bir görsel şölen yaşıyorsunuz hem de anlatılanlar kalbinize dokunuyor ve bir çeşit ders niteliği taşıyor. Victor'un sevgiye muhtaç yaratığı John Clare'in yaşadıkları, hiç kimsenin onu sevmeyeceği gerçeği içinizi acıtıyor. John'un acımasızlığını rahatlıkla anlamlandırabiliyorsunuz. Sürekli şiirle içli dışlı olması ve o kısacık ikinci yaşamında öğrendikleri, hissettikleri, yaşadıkları belki de 100 yaşındaki bir insanın yaşayabileceklerinden daha fazladır. Onu anlayan ve onun anladığı tek kişi Vanessa oluyor. Zaten ikinci sezonun son bölümünde "Vanessa, neden onunla gitmedi ki!" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Zaten hiç sevgi göremeyen John, bir de Lily'nin (eski Brona) aşağılamalarına, hor görmelerine maruz kalıyor. Üstüne bir de ucubelikle suçlanarak bir aile tarafından parmaklıklar arasına hapsediliyor. Ailenin kör kızının nasıl böyle kötü olduğuna da hiç anlam veremiyorsunuz. Toplumdan dışlanan bir insanın, başka birini nasıl dış görünüşü nedeniyle dışlayabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz.

Victor Frankeinstein'a da mutlaka değinmek istiyorum. Victor, çok genç yaşında üç ölüyü yeniden canlandırarak bir çeşit Tanrıcılık oynuyor. Ama Tanrıdan farklı olarak, canlandırdıklarına hayatı öğretmeye çalışıyor. İlk deneyimi olan John Clare'den kaçıyor, ikincisi olan Mr. Proteus feci bir şekilde ölüyor, Lily ise saf şeytani ve iki dünya arasında sıkışıp kalmış birine dönüşüyor. Kısaca bilimsel olarak başarılı, insani olarak oldukça başarısız bir doktorla karşı karşıyayız. Victor da yine John gibi sevgiye muhtaç bir karakter. Görünüşleri farklı olabilir ama bana göre ruhları aynı. Victor'un bir diğer farkı da bu durumdan morfin bağımlılığı ile kaçmaya çalışması. Lily'nin yine diğer erkeklere yaptığı gibi Victor'u da bakirliği ile aşağılaması da kaçınılmaz sondur. Victor'ın canlandırdığı diğer bedenlerin aksine Lily, önceki karakterinden izler taşıyor. O zaman yaşadıklarının acısını ikinci yaşamında daha da doğrusu ikinci şansında çıkarıyor.

Sir Malcolm Murray, ilk başta da dediğim gibi kızı Mina'yı bulmak üzere Vanessa, Victor, Ethan ve sadık dostu ve yardımcısı Sembene ile canını başına katar. Ama Malcolm Murray'nin de diğer karakterler gibi derinliklerinde büyük acıları vardır. Çocuklarına, eşine kaşiflik yapması nedeniyle zaman ayıramaz. Vanessa'yla evlenmesi gereken oğlu Peter, onunla birlikte Afrika'ya gittiği için orada ölmüştür ve bunun vicdan azabıyla yaşar. Karısını Vanessa'nın annesiyle aldatıyordur ve bunun da diğerlerine göre az da olsa ağırlığı vardır. Ayrıca Vanessa'nın Malcolm'ın kızı olup olmadığı da hala bir muamma. İkinci sezonun sonuna vardığımızda, karısı da kızı da oğlu da Malcolm'ın hataları yüzünden ölmüşlerdir ve Madame Kali bu durumu onun üzerinde sonuna kadar kullanmaktadır. Madame Kali, adeta ona gençliğinden bir parça verir, ama tabii bu aldatmacadan başka bir şey değildir.

Bir diğer önemli karakterimiz Ethan Chandler. Ethan, yine daha önce de dediğim gibi Amerika'daki kızılderili savaşlarında yer almış ve sonrasında Londra'ya gelmiş, nişancılık üzerine tiyatral gösteriler düzenlemektedir. Brona adında veremli bir sevgilisi vardır, ki onu daha sonra Lily olarak fazlasıyla görüyoruz. Lily öldükten sonra ise yani ikinci sezonda onun bir kurtadam olduğunu öğreniyoruz. Gizemli bir geçmişi, sahte adı ve saldırgan kişiliği ile izleyiciyi daha da çok kendine bağlıyor. Tam olarak geçmişinin anlatılmadığı birisi varsa o da Ethan oluyor. Yine ikinci sezonda Vanessa ile olan dostluğu ve hiç mutlu sona kavuşamayan aşkına da tanık olmak içinizde bir ukte kalmasına neden oluyor. İki farklı kişiliğe sahip ve bir çeşit iblis olan ikinci kişiliğini bastırmaya çalışsa da bu durmadan onun karşısına çıkıyor. Özellikle Amerika'dan gelen tanıdığı ve Hecate Poole ile olan ilişkisi ile. Vanessa'ya neden bir türlü kim olduğunu söylemediğini de anlamakta güçlük çektim dizi boyunca. Onun yerine kadim dostu Sembene'ye anlatır kim olduğunu. Emektar çilekeş Sembene'nin ölümü de yine Ethan'ın elinden olacaktır. Bir de dizinin en gereksiz sahnesi bence Ethan'ın yer aldığı bir sahneydi. Dorian Gray, Ethan'a resmen Absent içirip içkisine ilaç katıp kötü emellerine alet eder. Ve bu sahnenin iki sezondur konusu hiç açılmaz. Peki neden çekildi o zaman? Umarım üçüncü sezonda ufak da olsa değinirler. Ama sezon finaliyle birlikte Ethan tutuklanıp Amerika'ya gidiyor, bu durumda geri dönüp dönemeyeceği bile bir muamma.



En sona en sevdiğim karakteri sakladım tabii ki de. Vanessa Ives, Eva Green'in oyunculuğundan çıkan en iyi işlerden birisi. Tanrı tarafından dışlanması ve Lucifer'ın ruhunu durmadan teslim almaya çalışması ile Vanessa'daki gelgitleri izliyoruz ve bundan da fazlasıyla zevk alıyoruz. Şeytani tarafını Dorian Gray ortaya çıkarırken, insani tarafını Ethan Chandler ortaya çıkarıyor Vanessa'nın. Tanrıya dua ederkenki yakarışlarını izlerken kurtarılmaya ne kadar muhtaç olduğunu görüyoruz. Bir yandan da kutsal bir varlık olduğunun farkındalığıyla şeytani gücünü kullanıyor zaman zaman. Bazen öyle bir gülüyor ki sanki masumiyetini hiç kaybetmemiş gibi. Bazen de sanki hiç insan olmamış gibi davranıyor. Bu iki kişiliği arasında takılıp kalıyor kısaca. Ama yine sezon finalinin son sahnesinde görüyoruz ki, üçüncü sezonda Vanessa'nın içindeki şeytan harekete geçecek. Vanessa o sahnede, hep dua ettiği çarmıha gerili İsa figürünü duvardan alıp şömine ateşine atıyor ve son noktayı koyuyor. Daha önce de pederle şeytan çıkarmayla ilgili yaptığı konuşmada peder ona, özel birisi olmaktan vazgeçmek isteyip istemediğini soruyor. Anlayabiliriz ki Vanessa, hiç istemese de içindeki şeytandan vazgeçemiyor. Bu da onu özel kılan şey oluyor.



Unutulmaz sahneler


*Vanessa ve Malcolm, Mr. Lyle'ın balosuna gittiğinde Madame Kali ile yapılan bir çeşit ruh çağırmada Vanessa, ruhlar dünyasıyla ve şeytanıyla iletişime geçer. İlk kez Amunet ve Amunra'nın adını orada duyarız. Vanessa, Amunet'in yeniden canlandığı bedendir. Ama bundan daha da etkileyici bir şey varsa o da Vanessa'nın Peter ile iletişime geçmesidir. Peter'ın "Adımı bir dağa verdin mi, baba?" ile başlayan sözleri Malcolm'ı da izleyiciyi de ağlatmıştır. Eva Green'in oyunculuğunun gerçekçiliği inanılmaz boyutlardadır bu sahnede.

*Malcolm'ın Mina'yı vurduğu sahneyi de unutamayacağımı belirtmek istiyorum. Adam kendi elleriyle yıllardır aradığı kızını vurmak zorunda kaldı, çünkü onun ruhunun artık kurtarılamayacağının farkındaydı. Sezon boyunca Ethan'ın da bu durumda etkisi oldu tabii. Mina'nın kurtarılamayacağını söylemesi ve gözünün önünde kızı diyebileceği Vanessa'nın olduğunu göstermesi, Malcolm'ın Mina'yı vururken "Benim zaten bir kızım var." deyip son noktayı koymasına neden olur.

*Angelique'in sosyete dünyasına tanıştırıldığı anı da buraya eklemeden edemeyeceğim. Angelique, Dorian Gray'in son derece asi olan trans sevgilisidir. Düzenlediği baloda sevgilisini sözde dostlarına tanıtacaktır. Ama Angelique ile o merdivenleri inmeye başlamasından itibaren onlara dikilen gözler bütün etkileyiciliğiyle durumu gözler önüne serer. Toplum baskısının iğrençliğine mi yoksa Dorian'ın gösteriş merakına mı söversiniz bilemem artık. Dorian Gray'in malum şu ölümlü dünyada, onunsa ölümsüz bedeninde bütün dünya nimetlerini tatma isteği dinmek bilmemektedir. Bayağı da bu konuda ileri gittiğini söylemek istiyorum. Ama Dorian'ın bu hastalıklı zihni Angelique'i, Victor'u hatta Vanessa'yı mahvetmiştir.

*Vanessa'nın, Madame Kali'nin yaptığı Vanessa kuklasındaki Lucifer ile yaptığı konuşmayı uzun süre unutamayacağım. Vanessa'nın dik başlılığı ve teslim olmayışı bir yana, Lucifer'a göstermek zorunda kaldığı rüyasıdır asıl etkileyen. Rüyasında Ethan ile birlikte bir aile kurmuşlardır ve bu rüyada hiç "karanlık" yoktur. Artık normal bir hayata kavuşurlar.

*Lily ve Dorian Gray'in dans sahnesinin gözlerimizde yarattığı şöleni herkes izlemeyi hak ediyordur bence. Victor, Lily'yi eve çağırmak üzere Dorian'ın evine gelir. Lily gelmeyince silahını çıkarıp onu kalbinden vurur. Ama tabii ki de bir ölüyü öldüremez. Ardından Dorian'ı da kalbinden vurur, yine başarısız olur. Victor oradan ayrıldığında kanlar içerisinde mükemmel bir dans sahnesi çıkagelir. Gerçekten bu sahne bir görsellik harikasıdır kanaatimce.



*Proteus'ın ilk kez dünyayı gördüğü an da görülmeye değerdir. Victor, yaratığını ilk kez dışarı çıkarır. Sanki bir bebek gibi insanlarla, yemeklerle, dünyayla tanışmasına tanık oluruz Proteus'ın.

*Vanessa'nın içindeki şeytanla ilgili yardım istemek için gittiği "Kesici ebe"nin yakılma sahnesi de yine ağlamamıza neden olmuştur. Vanessa'ya bildiği her şeyi öğreten kişidir aynı zamanda. Yaşadıkları tüm acılardan sonra yaşamalarına bile izin verilmemesi derinden üzer izleyiciyi. Tüm insanlık aleminden nefret edersiniz o anda. Ne kadar yargılayıcı, cahil, bilinçsiz bir dünyada yaşadığınızı hatırlarsınız.

*Malcolm ve Victor'ın Madame Kali'nin evinde geçmişleriyle yüzleşmeleri, acılarıyla ve acı çektirdikleriyle yüzleşmeleri benim için etkileyici sahnelerden birisidir. Peter, Mina ve Gladys tabutlarından çıkıp Malcolm'ı intihara zorlarlar. Victor için ise Proteus, John ve Lily gelir ve bilinçaltındaki tüm acıları ortaya çıkararak onu yine intihara zorlarlar.


İyi seyirler!

1 Ocak 2016 Cuma

EĞER BU BİR FİLM OLSAYDI


Merhaba Çizgili Sanat ailesi. Sizlerle uzun zamandır hasbihal edemedik. Anlatılacak kitaplar , yazılacak yazılar birikti birikmesine ama
yeni yıl benim blogdaki maceram için de yeni değişiklikler getirmeli diye düşündüm. Kalemimden bugün tiyatroyla ilgili birkaç söz dökülecek . Hazır mısınız ?


Tiyatroyu sinemaya tercih edenlerdenim ben . Hele bir de akşam vaktiyse oyun değmeyin keyfime. İşinden , okulundan , evinden çıkıp aynı oyun için bir araya gelen onca insanın enerjisi harika bence. Diyeceksiniz ki sinema da böyle değil mi ? Hayır efendim değil. Tiyatronun bir kültürü vardır , alışkanlıkları vardır. Tiyatro canlıdır , sahnede sizden bir şeyler bulmanız çok daha kolaydır. Işıklar , müzik , oyuncular... Neyse :) Lafı daha fazla uzatıp yazımın amacını aşmayayım en iyisi :) Bu akşamki sohbet konumuz yakın zamanda Cevahir sahnesinde izlediğim "Eğer Bu Bir Film Olsaydı" isimli oyun.

1992 yılında Saraybosna'da yaşayan Ziriç ailesinin öyküsünü izleyeceksiniz bu oyunda.  Evin büyük oğlu Alaaddin dış ses olarak ara ara oyuna karışacak , size 1992-1995 yılları arasında dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri , popüler kültürden de eklemeler  yaparak hatırlatacak. 70 dakika gibi kısacık bir zamanda koltuklarınızda otururken savaşa dair sorgulamalar yapacaksınız. 


Barış Bey sahneye çıktığında çığlıkları içe doğru atalım lütfen :)

 Ailenin komşusu rolünde olan Bağcı'nın tam karşısında oturan beyefendi evin babası. Baba karakterinin küçük oğlu İrfan ile arasındaki atışmalar , evde aileyle birlikte yaşayan İndira Teyze , şefkatiyle aileyi bir arada tutmaya çalışan anne... Herkes bizden , manzara çok tanıdık. Belki de bu yüzden insanın içine işliyor zaten. Savaşın yıkıcı yanını içten bir anlatımla sunuyor.


Ve işte kötü adam. Savaşın oyundaki somut yansıması.(Oyunculuğunu çok beğendiğimi itiraf etmeliyim.)


Sizce de çok güzel değiller mi ?

Kısacık bir oyun olduğu için hakkında biraz daha yazarsam tüm can alıcı noktaları paylaşmış olmaktan korkuyorum:)  Niyetim oyunun keyfini kaçırmak değil , sözlerime burada son veriyorum.
 Farklı ve güzel bir akşam geçirmeyi dilerseniz bu oyun için vakit ayırabilirsiniz.

Not1: Fotoğrafların tümü devlet tiyatrosunun kendi sitesinden alınmıştır :
http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul-detay-eger-bu-bir-film-olsaydi.html

Not2: Olur da izlemeye giderseniz İrfan'ın çalıp söylediği o güzelim şarkıyı can kulağıyla dinleyin :)








ZAMAN GEÇİRMEK İÇİN DEĞİL KEYİF ALMAK İÇİN SEYREDENLERE SEÇKİLER: ROPE




Öldürdüğü adamın cesedi üzerinde, maktulün babası ve nişanlısına yemek ikram etmek kimin aklına gelir?

Şüphesiz gerilim deyince akla gelen isimlerin başındadır Alfred Hitchcock. 1948 yapımı Rope (Ölüm Kararı) isimli filmiyle Hitchcock gerilim işini abartmakla kalmıyor, bunu tek mekana sığdırmayı başarıyor. Aslına bakarsanız ortada etkileyici bir hikaye yok. Fakat Hitchcock’un görsel şovu ve ilginç diyaloglarla zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz bile.

Filmin tanıtımında yer alan cümlelerle başlayalım isterseniz:
“Brandon ve Philip, New York'ta yaşayan iki genç arkadaştır. Macera peşindeki iki kafadar, yakın arkadaşları David Kentley'i öldürüp evlerindeki bir sandığa kapatırlar. Amaçları aynı gece evde bir parti vermek ve maktül yemek masası olarak görev yapan sandığın içindeyken insanları ağırlamaktır. Üstelik misafirler arasında David'in babası Henry Kentley ve kız arkadaşı Anita Atwater da vardır. Hiçbir şeyden habersiz bu insanlar partinin tadını çıkarmaya çalışırken, konuklar arasında bir isim ortamda bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmeye başlar... Aslında Rupert Cadell adındaki bu adam, Brandon'ın aklına sıradan insanların öldürülmesi gerektiği fikrini sokan kişidir. Ancak Rupert, Brandon'ın sandığı gibi soğuk kanlı bir katil de değildir.”

Aslında filmin birçok ilginç özelliği var: Tek mekanda geçmesi, kameranın hiç kapatılmaması, Hitchcock’un ilk renkli filmi olması, ilk Hitchcock-James Stewart buluşması vs… Şimdi bunları tek tek ele almaya kalkarsam herhalde sayfalarca yazmak zorunda kalacağım o yüzden dikkatimi en çok çeken kısma, yani diyaloglara değinmek istiyorum.
Arkadaşları David Kentley’i öldüren Brandon ve Philip ilginç şekilde bunu bir şölene çeviriyor ve evde bir parti veriyor. Fakat sandığa koydukları Kentley’in cesedi üzerinde babası ve nişanlısına yemek yedirmelerinden daha ilginç olanı Brandon ve Rupert Cadell arasında geçen diyaloglar.




Kentley’i öldürdükten sonra Philip’i yaptıkları işin ‘üstünlüğüne’ ikna etmeye çalışan Brandon ardından Rupert Cadell ile felsefi tartışmalara giriyor. Cadell’den daha önce duyduğu ''Cinayet bir sanat olarak ele alınmalı. Yedi sanat dalından bir değil ama yine de bir sanat. Cinayet işleme ayrıcalığı, zeki olan, geleneksel ahlak anlayışını aşmış, sanattan anlayan az sayıdaki seçkin bireylere ait olmalı.’' cümleleri nedeniyle cinayeti işlediği anlaşılan Brandon bu cümleleri yeniden Cadell ile tartışıyor.  Aslında Brandon’un bu cümleler nedeniyle cinayeti işlediği zannedilse de ben, daha derinlerde farklı nedenlerin olduğuna inanıyorum. Misalen Kentley’in Brandon’dan daha iyi bir kariyere sahip olması ve güzel bir nişanlısının olması gibi…





Daha da derinleştirilebilecek bu fikrimi çok uzatmadan doğrudan bir yere bağlamak istiyorum. Hitchcock sıradan bir yönetmen değil ya da bu işi para için yapan biri. Çok basit şekilde verdiği olayların derin bir arkaplanı vardır genelde. Özellikle 1948 yılında, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından çekilen bu filmin büyük gönderimleri olmasa olmazdı zaten. 
Filmde Cadell’in sanat ve cinayet hakkında söylediği felsefi sözler sonunda bir insanın canına mal oluyor. Tıpkı savaşta gelişen bilimin yeni ölümler getirmesi gibi ya da ölümlerin filmdeki sanatsallığına paralel gerçek hayatta daha bilimsel bir hal alması. Muhakkak bunun etik ve ahlaki yönden de tartışılacak yönleri var. Ama şimdilik bu kadar yeter :) Zaman geçirmek için değil keyif almak için seyredenlere önerilebilecek bir film.

24 Aralık 2015 Perşembe

FİLMLERLE DEĞİŞİM HİKAYELERİ

Dünyada hayatı yolunda olan çok az insan vardır. Genellikle hiç kimse hayatından memnun değildir, herkes hayatını değiştirmek için çabalar ya da onlar çabalamadan bir başkası gelip herşeyi değiştirir. Peki neden sadece anı yaşamayız? Neden hep daha yükseklere ulaşmaya çalışırız? Bunun cevabına ulaşmamız fazlasıyla zor. Çoğu insan hayatı boyunca bu sorunun cevabına ulaşamıyor zaten. Ama memnuniyetsizliğin yanı sıra bir de kendi gerçekliğini arayan insanlar da buralardalar, biliyorum. Gerçekten bulunduğu yerden çok daha iyisini hak edenler var. Bu hak etme mevzusu maddi bir şey değil. Tamamen manevi bir değer hatta. Listemde yer alan filmlerdeki insanlar da bundan bahsediyor aslında. Maddiyattan sıkılan, metalardan, reklam kokan insanlardan bıkanlar kendilerine yeni birer sayfa açıyorlar ve ardından mutluluk geliyor. Daha fazla sizi sıkmayıp hemen listeye yönlendireyim.

1- Elizabethtown (2015)



İşinde başarısız olmasından dolayı hayatının bittiğini düşünen Drew (Orlando Bloom), hayatındaki bütün maddi şeyleri yok eder ve intihar etmek için hazırda beklerken bir anda telefonunun çalmasıyla hayatı değişir. Babasının ölmesi üzerine Elizabethtown'a gitmesi, akrabalarıyla yüzleşmesi ve babasının cenazesiyle ilgilenmesi gerekmektedir. Film arada sırada üzüyor da eğlendiriyor da. Tam bir arayış filmi aslında Elizabethtown. Drew, kendi ve ailesi hakkında yanıtlar bulmaya çalışıyor, bir yandan da aşık olarak hayatında yeni bir sayfa açıyor. Ara sıra klişelere yer verse de izlenmeye değer, samimi bir hikaye sunuyor bize Elizabethtown.

2- Garden State (2004)



Bu kategoride izleyebileceğiniz en iyi filmlerden biridir Garden State. Bunalım, yolunu kaybetme ve bulmaya çalışma, aşık olma, dostluk ve daha bir sürü duygunun iç içe geçtiği bu film Andrew Largeman'ın (Zach Braff) evine dönme hikayesini anlatıyor.

3- Greenberg (2010)



Sinir hastası, yarı kaçık ve sağı solu hiçbir zaman belli olmayan Roger (Ben Stiller), kardeşinin yanına bir süreliğine kalmaya gelir. Ama o sırada aile tamamen bir tatile çıkmış, evde yalnızca evin yardımcısı ve köpekleri vardır. Evin yardımcısı Florence (Greta Gerwig) ile Roger yakınlaşırlar yakınlaşmasına ama Roger'ın denge problemleri yüzünden Florence neye uğradığını şaşırır. Roger da bu kategoride yer almayı hak eden isimlerden biri olarak kendini yeniden bulma, aşık olma ve yeniden dostlarıyla bağlantı kurma üçgeni içinde dönüp dolaşıyor.

4- Danny Deckchair (2003)



Larry Walters'ın gerçek hikayesinden esinlenilerek yapılan Danny Deckchair'de, Danny (Rhys Ifans) kendi yaşamından bıkmış orta yaşta bir adamdır. Kişilik olarak çılgın ve bir şeyler icat etmekten zevk alan bir adamdır Danny. Ama yaşamı, işi ve sevgilisi onu bastırır hep. Bir gün balonların bağlı olduğu bir sandalye yapar ve kendisi de üzerine oturur. İşte hayatının anı o andır. Sandalye uçar ve sonunda küçük bir kasabada Glenda (Miranda Otto) isimli polisin bahçesine düşer. O andan itibaren Danny'nin sadece hayatı değil kendisi de değişir ve kendini yeni baştan yaratır.

5- Bubble Boy (2001)



Yine gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır Bubble Boy. Aslında aşırı yaratıcı ya da çok kaliteli bir film olduğunu söyleyemem. Ama eğlendirdiği kesin. Jimmy (Jake Gyllenhaal), bağışıklık sistemi çöktüğü için annesinin ona hazırladığı bir balonun içinde yaşıyordur. Balonun dışına çıkması kesinlikle yasaktır. Ama bir gün Jimmy, sırf sevdiği kız için kendine özel ve yürüyebildiği bir balon yapar ve dış dünyaya adım atar. Hayatını değiştirmek için maceradan maceraya atlayan Jimmy, yine kendi değişimi için mücalede verenler arasında güzel bir örnektir.

6- Reign Over Me (2007)



Charlie Fineman (Adam Sandler), 11 Eylül saldırısında karısı ve kızlarını kaybettikten sonra kendini tamamen dış dünyaya kapatmış ve geçmişi unutmak ile unutmamak arasında sürüp giden bir yaşama saplanmıştır. Eski bir arkadaşı olan Alan Johnson'ın (Don Cheadle) Charlie'yi yolda görmesi üzerine Charlie'nin hayatı değişmeye başlayacaktır. Ama hayatı tek değişen kişi Charlie olmaz, Alan da sıkıldığı hayatını değiştirmek ve kendini bulup bastırılmış kişiliğini ortaya çıkarma isteğine yönelik çabalamaya başlar. Alan bir yandan Charlie'nin dengesizlikleriyle uğraşırken diğer yandan da ailesinin baskılarıyla uğraşmak zorundadır. Reign Over Me, bazılarına göre yavaş ilerleyen bir film olsa da bir dram olarak sizi yer yer ağlatabilecek kapasiteye sahip bir filmdir. Bana göre Adam Sandler'ın oynadığı diğer karakterleri toplasanız, bu filmdeki oyunculuğunun yanında hiçbir şeydir.


7- Her (2013)



İnsanların sipariş ile yakınlarına mektup yazdırdığı tuhaf bir işe sahip olan Theodore (Joaquin Phoenix), eşinden ayrılmış ve tek başına yaşayan bir adamdır. Yalnızlığından sıkılan Theodore bir gün yapay bir zeka olan Samantha (Scarlett Johansson) ile tanışır. Samantha sadece bir bilgisayar programıdır aslında. Ama zamanla Theodore'un hayatının tamamını kaplayan bir kız arkadaş halini alır. Theodore her yere onunla gider, her konuda ona danışır yani tam bir güvenilecek daldır. Hayatı onunla değişir, bir çeşit düzene girer. Ta ki bir gün onun sadece bir yapay zeka olduğunu anlayana kadar. Bu listedeki tek kötü değişim yaşayan insan Theodore'dur aslında.

8- Castaway on The Moon (2009)



Bu kez Güney Kore yapımı bir film olan Castaway on The Moon, bir adamın yine hayatından bıkması üzerine intihara kalkışmasıyla başlar. İntiharı başarısız olur tabii ki ve şehrin hemen dibindeki bir adaya düşer. Şehrin hemen yanında olmasına rağmen kimse ne onu almaya gelir ne de o oradan kurtulmayı başarır. Kendine o adada bir ev yaratır. Tamamen insanlardan arındırılmış yeni hayatında mutlu da olur. Kendine bir de orayı dürbünle gözleyen, garip, asosyal bir kız arkadaş bulur ve dünyanın en garip ilişkisine sahip olur. Kore filmi deyip geçmeyin, bu filmde gerçekten çok eğleneceksiniz!

9- The Way Way Back (2013)



Annesinin erkek arkadaşı ve kızı ile birlikte bir tatile çıkan Duncan (Liam James), asosyal, içine kapanık, konuşamayan, özgüveni tamamen sıfırlanmış ve daha ergenlik çağlarında olan bir çocuktur. Tabii ki bu tatil onun hayatını değiştirir. Bir gün gittiği bir aqua parkta Owen (Sam Rockwell) ile tanışır. Owen, Duncan'ın bastırılmış kişiliğini ortaya çıkaran ve onu çok daha iyi bir insan haline getiren kişi olur.

10- The Secret Life of Walter Mitty (2013)



Walter Mitty (Ben Stiller), bir derginin emektar ama hiçbir zaman fark edilmeyen emekçisidir. Ofiste sevdiği kadına selam bile veremeyen, herkesin onunla dalga geçtiği ve sık sık hayallere dalıp giden Walter'ın, patronu Sean O'Connel'ın (Sean Penn) ona gönderdiği fotoğraflardan birini kaybetmesi üzerine kimsenin göremediği patronu bulmak üzere yollara düşer. İzlanda'da maceradan maceraya atlar ve hayatında yaptığı en iyi şeyi yapar. Gerçek Walter'ı bu yolculukta bulacaktır. Siz de izlerken "Ben neden hala burda oturuyorum." diyerek hayallere dalacak ve görsel şölen yaşayacaksınız.

11- Blue Jasmine (2013)



Zengin bir yaşamdan, zengin bir aileden iflas ederek gelen ve kız kardeşi Ginger'ın yanına yerleşen Jasmine'in hikayesini anlatıyor, filmin adından da anlayabileceğiniz gibi. Jasmine, diğer anlattığım hikayelerden farklı olarak hiç eski hayatından ders çıkarmıyor. Hep ona geri dönmeye çalışıyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor, kimseyi sevmiyor. Sadece çıkarları üzerinden yürümeye çalışıyor. Hayata tutunma yöntemi diğerlerinden tamamen farklı. Yalan söylemekten çekinmiyor, hakaret etmekten hiç çekinmiyor. Ama Jasmine'i siz seviyor ve onu anlıyorsunuz. İzlemekten keyif alacağınız Woody Allen yapımı Blue Jasmine, Cate Blanchett'in de oyunculuğuyla daha keyifli bir hal alıyor.

12- Midnight in Paris (2011)



Bir diğer Woody Allen filmi olan Midnight in Paris sizi fantastik bir dünyaya götürecek. Gil ve Inez kısa bir tatil ve evliliğe hazırlık için Inez'in anne ve babasıyla birlikte Paris'e giderler. Gil bir yazardır ve bir yandan da kitabını bitirmek için uğraşmaktadır. Bir gece saat 12'yi vurduğunda Gil, farklı bir dünyaya adım atar. Bu dünyada Picasso'dan Ernest Hemingway'e, Salvador Dali'den Luis Bunuel'e kadar ünlü ve değerli isimleri görür Gil. Bir de Picasso'nun sevgilisi Adriana'ya aşık olmayı da ihmal etmez. O dünyadan ayrıldığında herşeyi Inez'e anlatır ama Inez hiçbir zaman inanmaz, gözü hep maddi şeylerdedir, hep kendi istek ve düşüncelerindedir. Bu durum en sonunda Gil'i değişime iter tabii. Adriana'nın olduğu dünyada kalamaz ama Inez'in dünyasında da yeri yoktur.

13- Villa Amalia (2009)



Ann (Isabelle Huppert), kocası tarafından aldatılan bir kadındır ve bu onun için bir dönüm noktası olmuştur. Ann, kelimenin tam anlamıyla pılısı pırtısını toplar ve kendini sahillere, dağlara, bayırlara atar. Dinlenir, eğlenir, yeni arkadaşlar edinir, kendini değiştirir. Yeniliğe açılmanın doruklarına ulaşır kısaca.

14- I Rymden Finns Inga Kanslor (Aşkın Formülü Yok - 2010)



Asperger sendromu olan yani hiçkimsenin ona dokunamadığı Simon (Bill Skarsgard), abisinin kız arkadaşından ayrıldığı için mutsuz olduğunu düşünür ve ona yeni bir kız arkadaş bulma kararı alır. Bu noktada devreye Simon kadar çılgın ve inatçı olan Jennifer (Cecilia Forss) girer. Jennifer, Simon'da inanılmaz gelişmelere neden olur, zaten garip maceralarından bahsetmiyorum bile. Bu romantik komedi filmi ile oldukça eğleneceğinizi söyleyebilirim.

10 Aralık 2015 Perşembe

MACBETH: ALEVLERİN ARASINDA BİR KRAL



Michael Fassbender ve Marion Cotillard'ın başrollerini devasa bir şekilde paylaştığı, Justin Kurzrlin yönetip Adam Arkapaw'ın görüntü yönetmenliğini mükemmel bir şekilde yaptığı Macbeth'in neresinden yazmaya başlasam bilemiyorum. Neresinden tutarsanız hayran kalıyorsunuz adeta çünkü.

Beylik sahibi olan ve daha da topraklarını yaptığı savaşla genişleten Macbeth, kendini bir anda karısı Lady Macbeth'in de fişfiklemesiyle kralın tahtına yerleşmek için hırs yapan biri olarak buluyor. Ona gelen cadıların da etkisi oluyor bu konuda tabii. Cadıların bulunduğu kehanete göre Macbeth kral olacak ama soyu tükeneceği için krallığa devam edemeyecek. Macbeth, önüne çıkan bütün engelleri kaldırıp tahta yerleşiyor tabii ki, Lady Macbeth'in de yardımı ile. Ama hırsı burada sona ermesi gerekirken paranoya ona yavaş yavaş ve emin adımlarla kemiriyor. Kana bulanmış ruhu daha fazla kana bulanıyor. Bir yandan vicdanıyla yüzleşirken, diğer yandan hırsı onu hiç yalnız bırakmıyor. Ölümler onu hiç sakinleştiremiyor, aksine daha da fazla öfkelendiriyor. Çocuk, kadın, kim varsa sırada hepsini ruhuna daha fazla kan bulaştırmak için kullanıyor. Lady Macbeth'in intiharı bile onu durduramıyor.



Film, sadece konusu itibariyle değil her konuda kendini öne çıkarmayı başarıyor. Oyunculukları ile sizi öfkelendiriyor, üzüyor, ağlatacak dereceye getiriyor. William Shakespeare'in de malum yardımı ile, replikler kalbinize bıçak gibi saplanıyor ve film bitene kadar da yerinden kıpırdamıyor. Bir adam ne kadar delirebilirse o kadar deliriyor Macbeth ve siz de bunu saniyesi saniyesine görüyorsunuz. Ölen çocuklarının görüntüleri, öldürdüğü insanların görüntüleri onun aklından çıkmıyor. Oluyor ki bazen diyorsunuz, acaba bu sahne bir halüsinasyon mu? Yoksa gerçek mi? Kendinizi sorgulamanıza neden olabiliyor yer yer. Kendisini anadan doğan hiç kimsenin öldüremeyeceği üstün bir yaratık olarak gören Macbeth'in yavaş yavaş yok oluşuna şahit oluyorsunuz. Adamları artık bir tirana bakıyor ve ona sevgi duymayı bırakıyor, sadece emirlerini uyguluyorlar. Onun delirmesini fark eden tek kişi ise karısı oluyor tabii ki. Ona dokunuşu, bakışı, konuşmaları ağır ağır değişiyor. Hatta Macbeth ölümünde bile yine hırsından ve gururundan vazgeçemiyor. Kendisinin de dediği gibi, eli masum birinin kanına bulandığından beri yaşamak onun için zevk veren bir şey değil, cehennem ateşinden ibaret yaşamı. Her saniyesinde acı çektiği hayatına son da veremiyor, yaşayamıyor da anlayacağınız.

Görüntü yönetmeni olan Adam Arkapaw'ın çıkardığı iş konusunda yapabileceğim tek şey onu alkışlamak oluyor. Filmin her görüntüsünden zevk almanızı ve bazılarının belki de sadece görüntü için seyretmelerine neden olmuş bile olabilir. Savaş sahnelerinde özellikle mükemmel bir iş çıkartıyor. Ağır çekim ve tüm ayrıntıları görerek savaşı yaşamamızı sağlayan  teknikleri ile hayran kalıyorsunuz filme. Hele ki son sahnelerden biri olan Macbeth'in son savaşı ve ölümünü içeren sahnede alevler içinde bir savaş görüyorsunuz. Öldüğünde bile yıkılmayan, pes etmeyen bir kral görüyorsunuz. Filmde belki de görebileceğiniz en iyi sahnenin bu olduğunu düşünüyorum.



Film çekimleri son derece durağan olmasına rağmen hiç sıkılmayacağınıza eminim. Tabii, bu sözleri bir sinemasever olduğunuzu düşünerek sarf ediyorum. Aksi takdirde sinema salonunda sıkılıp çıkan ve Michael Fassbender ile Marion Cotillard'ın adına bakıp filmi basit bir popüler kültür ürünü sanıp filme gelen birçok kişi de var. Ama filmin müziğine bile kapılıp kendinizi koltuğa kenetleyenlerden de olabilirsiniz. Müzikleri Jed Kurzel tarafından yapılmış filmin. Bu müzikler ile Macbeth'in içinde yaşadıkları sizin içinize doğru akıp gidiyor ve hapsoluyorsunuz filme o duygularla adeta.

Son çare olarak anlatmayı bırakıp filmi gidip görmenizi tavsiye etmekten başka seçeneğim kalmıyor. İyi seyirler diliyorum.

9 Aralık 2015 Çarşamba

THE MUSKETEERS: KILIÇLARI KAPIN GİDİYORUZ

Alexandre Dumas'ın The Three Musketeers romanı milyonlarca kez sinemaya ve TV'ye uyarlanmıştır. Benim bildiklerim arasında The Three Musketeers (1973)'den tutun The Four Musketeers'a (1974), hatta en berbat versiyonu olan Logan Lerman'lı, Milla Jojovich'li, Orlando Bloom'lu The Three Musketeers bulunuyordu. Yapılan tüm The Three Musketeers uyarlamalarını karşılaştırmak elbette isterim ama bu kez 2014'te BBC'nin yeniden uyarlama kararı aldığı ve adını The Musketeers olarak belirlediği versiyonunu incelemek istiyorum.



The Musketeers'ı lk izleme kararı aldığınız zaman bir önyargıyla yaklaşıyorsunuz diziye açıkçası. Malumunuz yakışıklı erkekler, kılıçlar, tabancalar, kadınlar vs. çok klişe gibi görünebiliyor dışarıdan. Ama izledikçe klişelerle alakası olmadığını anlayabilirsiniz. Athos olarak son zamanlarda kendini göstermeye başlayan Tom Burke' çıkıyor karşımıza. Kılıçlardan ve kastan oluşmayan bir adam görüyoruz Athos ile. Geçmişini iki sezon boyunca neredeyse bütün ayrıntılarıyla öğreniyoruz, ama belki de hala gizli kalmış kısımlarının olabileceğini düşünmüyor değil insan. Milady ile olan aşkı ve kendi karısını darağacına göndermek zorunda kalmasından tutun, yıllarca bununla yaşama çabaları, Milady'den önceki aşkı, ailesi, zenginliğine kadar aklınıza gelebildiğine derinlikli bir karakter oluşturulmuş. Aramis (Santiago Cabrera) aralarında dindar ama aynı zamanda çapkın olanı olarak bütün talihsizliklerin dönüp dolaşıp ona geri döndüğü bir karakter halinde sunuluyor. Sevgilileri bir bir öldürülen Aramis kraliçe Anne'den de bir çocuğu olmasının ardından ikinci sezonun sonunda kendisini bir manastıra kapatma kararı alıyor. Ama tabii ki üçüncü sezonda bunun devam etmeyeceği apaçık ortada. Porthos (Howard Charles) ise haylaz bir çocuk edasıyla derinleştirilmiş bir karakter halinde sunuluyor. Yine geçmişi bol miktarda kurcalanacaklarında arasında yer alıyor. Captain Treville'in Porthos ve babası ile ilgili bildiklerini sonsuza kadar saklayacak sanıyorsunuz bir an. Sonunda her şey ortaya çıkıyor tabii. Ama bunun için izleyiciyi bayağı beklettiklerini düşünüyorum. Karakterlerin yavaş yavaş işlenmesi bazen harika bir şey olabiliyor, ama The Musketeers'da bu durum bazen sıkıcı bir hal alıyor. D'Artagnan'a (Luke Pasqualino) gelirsek, sanki oyuncu pek diziye oturmamış gibi geliyor ilk başlarda. Zaman zaman bu çocuğun burada ne işi var demeden edemiyorsunuz. Ama bir süre sonra bunu size unutturuyor. Onu hiç tamamen aşkı Constance ile ya da tamamen dövüş sahnelerinde görmüyorsunuz. Hep aradaki mesafeyi koruyor ve bu da sizin oldukça eğlenmenize neden oluyor.



Sadece baş karakterlerini ele aldık şimdiye kadar. Ama geri kalan oyuncuların seçiminin mükemmele yakın yapılmasından kaynaklanan bir durum ile Kral Louise (Ryan Gage) ve Kraliçe Anne'e (Alexandra Dowling) de kanınız kaynayıveriyor. Kral'a çoğu zaman "Üff artık kendini kukla olarak kullandırtmayı bırak, saçma sapan işler yapıyosun." diyeceğinize eminim. Zaten öyle bir karakter de olması gerekiyordu. Gülüşünden tutun da en ufak bir şey olduğunda ağlamaklı bir hale gelmesine kadar işte tam Alexandre Dumas'ın dediği adam bu diyorsunuz. Kraliçe Anne, ona nazaran çok daha cesur, zeki, aynı zamanda masum bir karakter.



The Musketeers'ın kötülerine gelirsek eğer, ilk sezonda çok da kötü diyemeyeceğimiz ama yine de olması gerektiği gibi olan Kardinal'e Peter Capaldi hayat veriyor. Kendi gücü uğruna kralı parmağında oynatıp duran ve hafif nefret edilesi, hafif de ne yaptığını ve neden yaptığını anlayabildiğiniz bir karakter Kardinal. Ama Kardinali birinci sezonda gayet sağlıklı görürken (sezon finalinde bile), ikinci sezona geçildiğinde bir anda Kardinal'in öldüğü söyleniyor. En azından bir belirti gösterseydiniz ya da bir bölümde Kardinal'in ölümünü 5 dakika gösteriverseydiniz öldürmüydünüz diyor insan. Ama göstermeyip bizi sinir ediyorlar, adam birden buharlaşıyor anlayacağınız.



İkinci sezona geldiğimizde saf kötü bir karakterle karşılaşıyoruz. Marc Warren'ın harika oyunculuğuyla, konuştuğu her saniye onu öldürmek istediğiniz Rochefort geliyor diziye ve Kardinal'in yerini alarak kralın bir çeşit sağ kolu oluyor. Bir İspanyol ajanı olarak saraya giren Rochefort, zamanla öğreniyoruz ki yaptığı her şeyi kraliçeye olan aşkından yapıyor. Ama böyle hastalıklı bir aşk düşman başına diyoruz. Her yaptığıyla midemiz bulanıyor, ekrana sinirli bakışlar atmaktan gözlerimiz kırışıyor. Hele ki ikinci sezonun son iki bölümünde nefretiniz en üst seviyesine ulaşıyor. Ama anlam veremediğim kısım bu adam Aramis'in sevdiği kadını, çocuğunu öldürmeye çalışıyor, ama onu öldüren kişi Aramis yerine D'Artagnan oluyor. Tamam anlıyorum az kalsın Constance'ın kellesini uçuruyordu bu adam. Ama yine de orada bir kesinti varmış gibi geliyor ki izleyince siz de anlayacaksınız. Bana göre Rochefort, Daredevil'da Vincent D'Onofrio'nun canlandırdığı Wilson Fisk'ten sonra en mükemmel kötü karakterdir. Ama tabii bu benim fikrim.



Kısacası izlemeye değer olduğunu düşündüğüm The Musketeers'ın BBC versiyonunun tarih, aksiyon ve eğlenceyi iç içe izlemeyi seven izleyiciler için harika bir seçenek olduğunu belirtmek istiyorum. Yeni sezonu olan üçüncü sezonunun da yayınlanması için geri sayım başlamış durumda. Tam tarihi verilmiyor ama 2016 Ocak ayının ilk günlerinde, ilk bölümü yayınlanmış olacak. İzlemek isteyenlere iyi seyirler diliyorum.

BİZ KİMİZ?

Biz, farklılıkları biraraya getirmek isteyen sanatseverleriz.
Bumerang - Yazarkafe