10 Aralık 2015 Perşembe
MACBETH: ALEVLERİN ARASINDA BİR KRAL
Michael Fassbender ve Marion Cotillard'ın başrollerini devasa bir şekilde paylaştığı, Justin Kurzrlin yönetip Adam Arkapaw'ın görüntü yönetmenliğini mükemmel bir şekilde yaptığı Macbeth'in neresinden yazmaya başlasam bilemiyorum. Neresinden tutarsanız hayran kalıyorsunuz adeta çünkü.
Beylik sahibi olan ve daha da topraklarını yaptığı savaşla genişleten Macbeth, kendini bir anda karısı Lady Macbeth'in de fişfiklemesiyle kralın tahtına yerleşmek için hırs yapan biri olarak buluyor. Ona gelen cadıların da etkisi oluyor bu konuda tabii. Cadıların bulunduğu kehanete göre Macbeth kral olacak ama soyu tükeneceği için krallığa devam edemeyecek. Macbeth, önüne çıkan bütün engelleri kaldırıp tahta yerleşiyor tabii ki, Lady Macbeth'in de yardımı ile. Ama hırsı burada sona ermesi gerekirken paranoya ona yavaş yavaş ve emin adımlarla kemiriyor. Kana bulanmış ruhu daha fazla kana bulanıyor. Bir yandan vicdanıyla yüzleşirken, diğer yandan hırsı onu hiç yalnız bırakmıyor. Ölümler onu hiç sakinleştiremiyor, aksine daha da fazla öfkelendiriyor. Çocuk, kadın, kim varsa sırada hepsini ruhuna daha fazla kan bulaştırmak için kullanıyor. Lady Macbeth'in intiharı bile onu durduramıyor.
Film, sadece konusu itibariyle değil her konuda kendini öne çıkarmayı başarıyor. Oyunculukları ile sizi öfkelendiriyor, üzüyor, ağlatacak dereceye getiriyor. William Shakespeare'in de malum yardımı ile, replikler kalbinize bıçak gibi saplanıyor ve film bitene kadar da yerinden kıpırdamıyor. Bir adam ne kadar delirebilirse o kadar deliriyor Macbeth ve siz de bunu saniyesi saniyesine görüyorsunuz. Ölen çocuklarının görüntüleri, öldürdüğü insanların görüntüleri onun aklından çıkmıyor. Oluyor ki bazen diyorsunuz, acaba bu sahne bir halüsinasyon mu? Yoksa gerçek mi? Kendinizi sorgulamanıza neden olabiliyor yer yer. Kendisini anadan doğan hiç kimsenin öldüremeyeceği üstün bir yaratık olarak gören Macbeth'in yavaş yavaş yok oluşuna şahit oluyorsunuz. Adamları artık bir tirana bakıyor ve ona sevgi duymayı bırakıyor, sadece emirlerini uyguluyorlar. Onun delirmesini fark eden tek kişi ise karısı oluyor tabii ki. Ona dokunuşu, bakışı, konuşmaları ağır ağır değişiyor. Hatta Macbeth ölümünde bile yine hırsından ve gururundan vazgeçemiyor. Kendisinin de dediği gibi, eli masum birinin kanına bulandığından beri yaşamak onun için zevk veren bir şey değil, cehennem ateşinden ibaret yaşamı. Her saniyesinde acı çektiği hayatına son da veremiyor, yaşayamıyor da anlayacağınız.
Görüntü yönetmeni olan Adam Arkapaw'ın çıkardığı iş konusunda yapabileceğim tek şey onu alkışlamak oluyor. Filmin her görüntüsünden zevk almanızı ve bazılarının belki de sadece görüntü için seyretmelerine neden olmuş bile olabilir. Savaş sahnelerinde özellikle mükemmel bir iş çıkartıyor. Ağır çekim ve tüm ayrıntıları görerek savaşı yaşamamızı sağlayan teknikleri ile hayran kalıyorsunuz filme. Hele ki son sahnelerden biri olan Macbeth'in son savaşı ve ölümünü içeren sahnede alevler içinde bir savaş görüyorsunuz. Öldüğünde bile yıkılmayan, pes etmeyen bir kral görüyorsunuz. Filmde belki de görebileceğiniz en iyi sahnenin bu olduğunu düşünüyorum.
Film çekimleri son derece durağan olmasına rağmen hiç sıkılmayacağınıza eminim. Tabii, bu sözleri bir sinemasever olduğunuzu düşünerek sarf ediyorum. Aksi takdirde sinema salonunda sıkılıp çıkan ve Michael Fassbender ile Marion Cotillard'ın adına bakıp filmi basit bir popüler kültür ürünü sanıp filme gelen birçok kişi de var. Ama filmin müziğine bile kapılıp kendinizi koltuğa kenetleyenlerden de olabilirsiniz. Müzikleri Jed Kurzel tarafından yapılmış filmin. Bu müzikler ile Macbeth'in içinde yaşadıkları sizin içinize doğru akıp gidiyor ve hapsoluyorsunuz filme o duygularla adeta.
Son çare olarak anlatmayı bırakıp filmi gidip görmenizi tavsiye etmekten başka seçeneğim kalmıyor. İyi seyirler diliyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder