22 Kasım 2015 Pazar

İLK BÖLÜM ANALİZİ: THE MAN IN THE HIGH CASTLE



The Man In The High Castle, ya da Türkçe'ye çevirmek gerekirse Yüksek Şatodaki Adam, alternatif bir tarihi gerçeklik oluşturuyor. Aslında Philip K. Dick'in bir romanı olan Yüksek Şatodaki Adam II. Dünya Savaşı'nın gerçeklerini değiştirerek bize farklı bir dünya sunuyor. Tarihi ve distopik hikayeleri sevenler için güzel bir seçenek olabileceğini söyleyebilirim. The Man In The High Castle'a bilim kurgu yapımı diyorlar, ama bundan emin olamıyorum ben şahsen. Bilim kurgu denilince aklınıza ne geldiğine bağlı bence bu durum. 2015 Ocak ayında pilot bölümünün yayınlanmasının ardından uzunca bir ara verilip Ekim ayında ikinci bölümünün yayınlanmasına karar veriliyor. Sonunda da 20 Kasım'da geri kalan tüm bölümleri bir anda yayınlanıveriyor. BBC yapımı olan bu dizinin ilk bölümünün beğenildiği söyleniyor, fakat neden bu kadar uzun süre beklenildiği konusunda bir fikir dahi yürütemiyoruz.


İLK BÖLÜM




Amerika'da geçen The Man In The High Castle, gerçekten alternatif bir gerçeklik yaratıyor. II. Dünya Savaşı'ndan Japonlar'ın ve Almanlar'ın galip çıktığı bir dünyayla karşı karşıya kalıyoruz. Amerika bu durumda ikiye bölünmüş, bir kısmı Japonlar'ın diğer kısmı da Almanlar'ın elinde bulunuyor. Hitler hükmetmeye devam ediyor ve nazi birlikleri, Japonlarla işbirliği içinde tüm Amerika'yı elinde tutuyor. Times Square'i gördüğümüzde çok şaşırıyoruz, çünkü heryer Japonca yazılar ve mağazalarla dolu bir şekilde görülüyor. Her distopik dizide olduğu gibi bunda da bir direnişçi grup var. Onların arasına katılan bir casusu görmemizle başlıyor dizi. Son saniyesine kadar casus olduğunu anlayamıyoruz tabii. Bir de erkek arkadaşıyla birlikte yaşayan Juliana karakteri bulunuyor. Kız kardeşi Trudy de direnişçilerin arasındadır ve öldürülmeden birkaç saniye önce ablası Juliana'ya, Amerika'nın II. Dünya Savaşı'nı kazandığını gösteren bir film veriyor. Juliana böylece direnişe dahil olmak üzere tarafsız bölgeye gitme kararı alıyor. Dizinin neredeyse tamamı stüdyoda çekildiğini görüyoruz ve genel olarak da çok karanlık bir havaya hakim. Sürekli "Heil Hitler" sloganını durup ürküyoruz elimizde olmadan. Özellikle Alman komutan John Smith'in işkence sahnelerinde, olayın korkutuculuğuyla sarsılıyoruz. Bilinci yerinde olmayan bir direnişçiyi sırf bilgi verdiği adamın arkadaşları tarafından anlaşılmasın diye daha çok kırbaçlatıyor, böylece kimse onların elinde bilgi olduğunu düşünmemiş oluyor.



Oyunculuklara baktığımız zaman, beni tek rahatsız eden Juliana'nın kardeşi Trudy vurulurken neredeyse hiç sarsılmaması. Sanki bu durum normalmiş gibi davranması. Üzüntüsünü göremiyoruz ve keşke daha iyi bir oyuncu seçilseydi demekten başka bir şey diyemiyoruz.



The Man In The High Castle'ın şuanda ilk iki bölümünün çevirisi yapılmış görünüyor. Ancak 10 bölümün tamamı yayınlanmış durumda. İlerleyen zamanlarda geri kalanlarını da izleyebileceğimizi umut ediyorum ve iyi seyirler diliyorum.

0 yorum:

Yorum Gönder

BİZ KİMİZ?

Biz, farklılıkları biraraya getirmek isteyen sanatseverleriz.
Bumerang - Yazarkafe