Modern
dünyamızda, hayatlarımız da duygularımız da modern hale geldi. Gelmek
zorundaydı da zaten. Teknoloji, bizden duygularımızı soğuklaştırmayı, dilimizi
daha sadeleştirmeyi teklif etti. Biz de teknolojinin sözünü dinleyerek yavaş
yavaş makineleştik. Sözel zekamızı ve farklı karakterlerimizi sıradanlaştırarak
topluma ayak uydurduk. Farklılığımızı gösteremez hale geldik. Bu durumu sinema
vasıtasıyla daha rahat görebiliyoruz. Sinemada gördüğümüz karakterlerin çoğu
gerçek dünyada olmayacak kadar "insan"lar. İçinde fantastik ögeler
bulundurmayanlar bile sanki fantastik bir dünyaya aitmiş gibi, bizim
bulunduğumuz gerçeklikten farklılar. Bu farklılıkların en belirginleşmiş
hallerini dönem filmlerinde sezebiliyoruz. Onları görüyor ama onlara
dokunamıyoruz. Shakespeare'i de her okuyuşumuzda -evet o zaten bizim dönemimize
ait değil- bambaşka diyarlara dalıp gidiyoruz. Bize hayal mi kurduruyor? Hayır.
Bize kendi şiirsel diliyle sadece üç boyutlu değil belki on farklı boyuta sahip
karakterler sunuyor. Bu insanların derinliğinde kaybolup gitme imkanı tanıyor.
Okuduğumuzda bir anlığına kendi makineleşmiş dünyamızdan uzaklaşarak bir
aydınlanma yaşıyoruz. Şu an değerliymiş gibi görünen şeyler gözümüzde değerini
kaybediyor ve farkındalık sahibi oluyoruz. Okumanın yanı sıra, neredeyse 60-70
yıldır filmlerini de izleyerek o hayranlık duyduğumuz "gri"
karakterleri gözlerimizle görüyoruz da. Gri diyorum çünkü gerçekten de
derinliği olan hiçbir karakter kesinlikle iyi ya da kesinlikle kötü olamaz.
Taraf tutma isteğinizi elinizden alarak saf bir edebi eser okur ya da
izlersiniz. Bir de bakmışsınız, aslında size göre ahlaki açıdan ters birisine
hak verir olmuşsunuz. Shakespeare'in oyunlarını okurken birebir bunu
yaşarsınız. Ama iş sinemaya gelince biraz daha farklıdır. Hele ki Shakespeare
gibi bir sanatçının eserlerini modernize ederken normalinden bin kat daha
dikkatli olmanız gerekir. Dönem filmi çekiyorsanız daha kolaydır tabii. Modernlik
katarken hem günümüze uyarlamanız hem de kendi döneminde eserin yansıttığı
duyguları iyi yansıtmanız gerekir. Peki izlediğimiz bu modern Shakespeare
filmleri bu görevlerini yerine getirebiliyorlar mı dersiniz? Benim gözümde en
iyi olanları inceleme görevini üstleniyorum bu durumda.
1- 10 Things I Hate About You (1999)
Günümüzde en
popüler modern Shakespeare uyarlaması
olma özelliğine sahip 10 Things I Hate About You. Hırçın Kız (The Taming of The
Shrew) isimli oyundan uyarlanarak bir 90'lar dönemi gençlik filmi halini
almıştır. Filmde hatta Shakespeare hayranı olan iki karakter vardır. Bu yolla
bolca göndermeler yapılır.
Orijinal
konu, evlilik çağında olan iki kıza sahip Baptista'nın küçük kızı Bianca ile
evlenmek isteyen Hortencio ve Gremio'ya, önce büyük ve asi kızı Katharina'ya
bir eş bulmalarını şart koşar. Bu durumda Petruchio'ya giderler ve bu durumun
onun ilgisini çekmesi üzerine olaylar sıralanır. Filmde ise konu biraz daha
evrilip çevrilerek uyarlanır. Bianca (Larisa Oleynik) ve Kat'in (Julia Stiles) babası
Walter (Larry Miller) aslında kızlarının turşusunu kuracak kıvamda bir babadır.
Kızlarının yanına yaklaşan bütün erkeklere ters ters bakmaktan daha iyi bir şey
yapamayacak birisidir. Bianca ve Kat henüz liseye giden kız kardeşlerdir.
Cameron (Joseph Gordon Levitt), Bianca'yı görür görmez ona aşık olur ve
Bianca'yı partiye götürüp ona kendini göstermek için yapamayacağı şey yoktur.
Bu durumda Walter ortaya çıkar ve eğer Kat partiye gitmiyorsa Bianca'nın da
gidemeyeceğini söyler. Bu durumda kiralık ve karizmatik sevgili Patrick (Heath
Ledger) ortaya çıkar.
Film,
hepimizin bir şekilde başına bela olan okulda popülerlik meselesini masaya
yatırıyor. Biraz da konunun dışına sapmamak amacıyla popülerlik sorununa
yeterli bir şekilde yer vermiyor. Ama yine de sosyal ortamda sevilmek için
diğerlerinin istediği ve beğendiği bir kişi olmak gerektiği sonucunu çıkarmadan
edemiyorsunuz. Sevilmek için popüler müzikler dinlemek zorundasınız, herkesin
onayladığı şekilde giyinmek, davranmak zorundasınız. Böyle birisi olmamanız
durumunda Bianca'nın tam zıttı olan Kat'e dönüşür ve toplum tarafından dışlanırsınız.
Toplum, insanların birbirinden farklı olabileceğini kabullenmek yerine kendi
doğrularını empoze etmek dışında bir şey yapmamaya büyük bir eğilim gösterir.
Ayrıca bir kadının güzel olmak dışında bir işlevinin olmamasını ister. Kadının
görevi güzel olmak gibidir. Birer birey oldukları unutularak zekaları,
istekleri, hayalleri aşağılanır. Tıpkı Kat gibi. O da farklı hayaller
kurmaktadır hemcinslerinden ve bunun için sürekli terslenmektedir.
10 Things I
Hate About You, eğlendirici bir gençlik filmi olmasının yanı sıra belirttiğim
gibi düşündürüp sorgulatma özelliğine de sahip bir film.
2- Much Ado About Nothing (2012
)
Shakespeare'in
aynı adlı eserinden günümüze uyarlanan Kuru Gürültü, garip ve hiç umulmadık bir
şekilde bir Joss Whedon eseridir. Joss Whedon'ı yeni nesiller Avengers'dan
tanıyabilir ama ben daha çok Buffy The Vampire Slayer ve Angel'dan tanırım.
Gerçi bu yapımlarında da ayakta alkışlanacak işler çıkardığı bir gerçek. Ama
Much Ado About Nothing ile Whedon tarz değiştiriyor ve yeni bir hale bürünüyor
Whedon'ın gözüyle Shakespeare. Başrollerde de yine Buffy ve Angel'dan
tanıdığımız Alexis Denisoff (Benedick) ve Amy Acker'ı (Beatrice) görüp daha da
çok seviniyoruz. Bir de Nathan Fillion (Dogberry) ve Clark Gregg'i (Leonato) de
görünce heyecanımıza heyecan katıyor film.
Leonato'nun
hükümetten dostu olan Don Pedro yanında suçlu kardeşi Don John ile birlikte
ziyarete gelir. Don Pedro yanında çalışanları olan Benedick ve Claudio'yu da getirir.
Leonato'nun yeğeni Beatrice ile Benedick, uzun süredir birbirleriyle çekişme
içerisindedirler ve film boyunca bu devam eder. Claudio ve Leonato'nun kızı
Hero ise birbirlerine aşık olurlar. Hero saf bir genç kızken, Beatrice asi,
hırçın, deli dolu, olgun bir kadındır. Benedick de tam olarak ona uygun bir
şekilde çapkın, karizmatik ve en az Beatrice kadar inatçı bir adamdır. Tabii
ikisi de o kadar inatçıdır ki kesinlikle birbirleriyle sürtüşmekten
vazgeçmezler. Ta ki dostları onları aldatıp birbirlerini sevdiklerini
düşünmelerini sağlayana kadar. Bu süreçte sizi bayağı güldürmeyi ve
eğlendirmeyi başarır film. O inatçı ve sevimsiz insanları şekilden şekile
girerken görmek farklı bir deneyimdir. Bunlar olurken bir yandan da Claudio ve
Hero evlenme kararı alırlar, fakat onlar da entrikalara kurban gideceklerdir.
Film siyah
beyaz olmasının yanı sıra birebir Shakespeare'in oyunundaki replikler
kullanılarak çekilmiştir. Yani insanların birbirine "My Lord"
demesini duymak bayağı ilginçtir. Ayrıca yazıldığı dönemin duygularını ve hiç
de sade olmayan dilini gördükçe sizi büyüler film. Hem bulunduğumuz döneme
aittir, hem de değildir bu açıdan. Tam 12 günde çekilen Much Ado About Nothing,
iyi bir filmin büyük bütçelere ya da çok uzun bir çekim zamanına ihtiyacı
olmadığının kanıtı gibi.
3- "O" (2001)
Othello'dan uyarlanan "O", yine
günümüze uyarlanma aşamasına lise çağındaki gençler ve basketbol oyuncuları ile
geçmiştir. Odin (Mekhi Phifer) ve Desi (Julia Stiles) birbirlerine aşık
gençlerdir. Odin, Michael (Andrew Keegan) ve Hugo (Josh Hartnett) ile çok yakın
arkadaştır, aynı zamanda da okulun basket takımındadırlar. Yavaş yavaş Hugo,
Odin'i kıskanmaya başlar. Odin hem çok güzel bir kız ile birliktedir, hem
Hugo'nun babası olan koç Duk'ün Odin'i kendinden daha çok sevdiğini
düşünmektedir, hem de kimsenin onun çabalarını görmediğini ve herkesin Odin'in
başarılarına odaklandığını düşünmektedir. Bunun için Odin'in kafasına girmek
yapacağı ilk şey olur. Desi'nin Michael ile birlikte olduğunu düşünmesini
sağlar. Yani Odin paranoyaya doğru sürüklenmektedir. Sonunda Hugo, Odin'i
Desi'yi öldürmesi için ikna eder. Michael ile sorunları olan Roger da Michael'ı
öldürecektir. Tüm bu entrikaları düzenleyen Hugo'nun istediği hiçbir şey
yolunda gitmez tabii. Kendini büyük bir kaosa sürükleyen Hugo, günümüz
modernliğine tam olarak uymayan bir karakter olmuş. Diğer filmlerde
karakterlerin davranışlarının nedenini görebilirsiniz, ama bu filmde biraz
kendinizi zorlamanız gerekir. Çünkü Hugo gibi bir öğrenci böyle bir entrikayı
planlayamayacak veya cesaret edemeyecek bir kişiliğe sahiptir büyük ihtimalle.
Yine de Josh Hartnett'ın o dönemlerdeki kötü çocuk imajının bu karakteri
kurtardığını söyleyebilirim.
Filmi
kurtaran diğer kısımlara gelirsek, ilk olarak Odin ve Desi arasındaki aşkın
güzelliğini görünce hayran kalıyorsunuz. İkinci olarak da Hugo'nun kendi
duygularını anlattığı ve kendi kendine düşündüğü kısımları görünce gerçek
Shakespeare ruhunu tadıyorsunuz. Ama geri kalan kısımlar çok daha az şiirsel
olduğu için aşırı bir zevk alabileceğinizi söyleyemem.
4- Coriolanus (2012)
Ralph
Fiennes'in yönetmenlik denemesi olan ve gerçekten izlerken size inanılmaz bir
zevk veren ve merak etmekten kendinizi alıkoyamayacağınız film Coriolanus.
Fiennes aynı zamanda başrol olan Caius Martius'ın da altından rahatlıkla
kalkıyor. Martius, Roma'da bir generaldir. Halkından nefret eden, son derece
sert mizaçlı ama aynı zamanda kim olduğunu bilen ve kimseyi kandırmaya
çalışmayan bir liderdir. Halkın yüzüne bakarak "Siz kokuşmuş
varlıklarsınız ve sizden nefret ediyorum." diyebilen bir karakterdir. Buna
rağmen halk onu senato konsüllüğüne kadar getirir. Ama bir süre sonra halk
onunla yeniden yüzleşerek Martius'ı sürgüne yollar. Orada can düşmanı ve
Antium'un yeraltı lideri Aufidius'a (Gerard Butler) sığınır. Bu sığınmasının
ardından, Aufidius'u yavaş yavaş ezer ve orada liderliğe başlar. Hedefleri ise
Roma'da Martius'u istemeyen halkı katletmektir.
Martius da
yine gri karakterlerden birisidir. Nefretinin nedenini anlarsınız. Bir lider
olarak yetiştirilmiştir ve aristokrat aileye sahiptir. Halkı gördüğü anda da
ondan nefret etmiştir. Martius'ın, halkı hiçbir zaman onları sevdiğine dair kandırmamasına
rağmen halk onu sever ve senatoda görmek ister ve sonra da onu kovarlar. Yani
bir bakıma burada suçlu halktır. Kendi görmek istedikleri lideri Martius'da
gördüklerini zannederler ve yeniden baktıklarında tıpkı günümüzde de siyasi
liderlerde olduğu gibi koca bir boşluk görürler. Aslında Martius boş değildir.
Ama halkın yararını değil, kendi yararını sağlayan asil bir varlıktır. Asaleti
hem onu yüceltir hem de ezip geçer.
Aufidius ile
olan ilişkisi de güzel işlenmiştir. Birbirlerini öldürmekte tereddüt etmezler
ama aslında ikisi de birbirinden farklı değildir. Aynı asalet, aynı keskinlik,
aynı sert mizaç, sadece farklı düşüncelere sahiplerdir. Martius'un Aufidius'a
sığındığı an da izlenmeye değer bir sahnedir. Martius'un "Eğer kendim
olmasaydım Aufidius olmak isterdim." sözlerinden de anladığımız gibi
oldukça farklı bir ilişkileri vardır.
Coriolanus,
tiyatrodan sinemaya çok büyük zorlukla aktarılabilen bir eserdir. İyi
yönetmenlik ve iyi oyunculuklarla bu zorluğun altından kalkılsa da eksiklikler
bolca göze çarpmıyor değil. Buna rağmen izlenmeye değer olduğunu belirtmekte
fayda var.
5- My Own Private Idaho (1991)
Gus Van
Sant'ın ilk önemli yönetmenlik denemesi olan My Own Private Idaho,
Shakespeare'in Henry IV'unun birinci bölümünden esinlenerek yapılmıştır.
Esinlenilen kısım ise orijinalinde; Henry bir devlet adamıyken oğlu Hal
eğlenceye düşkün bir serseri olarak yaşamını sürdürmektedir. Henry bu durumda
oğlunun ona geri döneceği günü beklemektedir. My Own Private Idaho'da bu durum
yan konu halindedir. Asıl konu ise Mike (River Phoenix) sokaklarda yaşayan ve
kendini satarak para kazanan bir gençtir. Bir yandan da narkolepsi hastalığı
ile uğraşmaktadır. Diğer bir değişle strese girdiği zaman uykuya dalmaktadır.
Mike'ın en yakın arkadaşı Scott (Keanu Reeves) da her daim Mike'ın arkasını
toplamak için yanında bulunmaktadır. Henry IV'dan esinlenilen karakter tam
olarak Scott ve babasıdır. Mike ise daha çok annesini bulup hayatını yoluna
sokmak isteyen bir tiptir. Ama hayatın durmadan çarptığı birisi varsa o da
Mike'tır.
Sokak
hayatını yakından inceleyen My Own Private Idaho, eşcinselliği de
incelemektedir. Ama filmde yer alan eşcinseller genel olarak sapık gibidir.
Tabii ki Mike hariç. Mike gerçekten sevgiye muhtaçtır ve film boyunca sevgiyi
arar. Bunu rüyalarında gördüğü annesi ve rüyalarındaki sahte dünyasıyla
karşılamaya çalışsa da başaramaz. Scott'a aşık olur ama Scott'tan da karşılık
göremez. Bu durum onu bir çıkmaza sokar. Hayat tarafından dışlanan Mike'a film
boyunca üzülüp durursunuz.Mike'ın Idaho'da bir yolu vardır. Bu yol hiç bitmez,
hiç bu yolun sonuna gelemez Mike. Bu yolu gördükçe strese girip uyku krizleri
geçirir.
Film fazlasıyla
yeraltı edebiyatını ve filmlerini hatırlatıyor. Yani insanların görmek
istemedikleri ama hayatın bir parçası olan kısım. İzlerken özellikle River
Phoenix'in oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz. Böyle bir role bürünmenin
zorluğunu gördükçe daha da seviyorsunuz karakteri. Scott'a gelirsek, ne
istediğini tam olarak anlayamadığım bir karakter Scott. Mike'ın annesini bulmak
üzere İtalya'ya gittiklerinde aşkı bulan Scott, o can dostu Mike'ı bir anda
terkedip sevdiği kızla birlikte babasının yanına ve zengin yaşamına geri
dönüyor. Bir anda neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Üstüne bir de o yaşama geri
döndükten sonra eski dostlarını bir kalemde silmesiyle nefretleri üzerine
topluyor. Ama Mike ve Scott arasındaki ilişkinin iyi işlendiğini düşünüyorum.
Mike'ın Scott'a aşkı ve Scott'ın sadakati bir yere kadar güzel gidiyor. Ama
sonra elinizde patlıyor tabii. Tüm bunlarla birlikte My Own Private Idaho'nun
da izlenmesi gereken bir uyarlama olduğunu söylemek istiyorum.
Bonus: Hamlet (2000)
Bu filmi neden bonus olarak söylüyorum? Çünkü izlemeyi çok istediğim ama Türkçe çevirisinin bulunmadığı gibi bir gerçek mevcut. Başrolünde koskoca Ethan Hawke, Julia Stiles, Kyle MacLachlan, Bill Murray ve Liev Schreiver bulunmakta ve hala daha çevirisi yok. Diyebilirsiniz ki, benim İngilizcem var anlarım. Benim de var, ama Shakespeare'i anlamak için yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor!