4 Eylül 2015 Cuma

Zaman Makinesinde Geriye Götüren Filmler

  Savaş, sistem, kapitalizm,ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, komünizm, isyan, direniş, halk. Bu kelimeleri sıralamak çok kolaydır, herkes bilir, duyar, dile getirir. Ama bu kelimeler dünya üzerinde anıldıkça genel olarak acıdan başka hiçbir şey getirmez. Sorun olan kısım kelimelerin kendileri değildir, üzerine yüklenen olaylardır. Eğer ki halkı, herkesi kabullenmeyen biri yönetmeye kalkıyorsa o kişiler kaostan başka hiçbir şey veremez halklara. İnsanlık hiçbir zaman tek tip olamaz. Halktan her kim birbiriyle savaşırsa savaşsın, taraflar kim olursa olsun, savaşta olmalarının nedeninin onları kaosa sürükleyen yöneticileri olduğunu bilmelidirler. Biliyorlar mıdır? Bilselerdi dünya üzerinde muhtemelen savaş çıkmazdı, teokrasi yanlısı ya da diktatör rejimleri yine muhtemelen halk umursamaz, askerler, polisler düşünmeye başlar, birer makine olmaktan kendilerini kurtarırlar ve böylece dengeler tamamen değişirdi. Bu konuya her ne açıdan bakıyor olursanız olun, hangi ideolojiye, hangi dine bağlı olursanız olun, insanlığınızı kaybetmediğiniz sürece önünde sonunda ulaşacağınız nokta bu olacaktır. Eğer ki biraz felsefe okuduysanız, bilirsiniz ki insan bir günden diğerine değişim gösterir, çünkü yeni deneyimler edinmiştir. Bu deneyimler belki iyi yöndedir belki de kötü yönde. Ama önemli olan kısım bu değil. Eğer bir insan hayatı boyunca değişmiyorsa (ki politikacıların çoğu hiç değişmediklerini iddia ediyorlar), ya o kişi tamamen cahildir ya da yalan söylüyordur. Evet tam olarak burdan çıkan sonuç budur. Belki benim gibi düşünmüyor olabilirsiniz, kesinlikle düşüncelerinizi değiştirin diyemem, bu konuda herşey bireye bağlıdır. Eğer ki gerekli deneyimleri edinemediyseniz, düşüncelerinizin değişimi hiç kolay olmaz. Ama bu konuda birbiriyle ve konumuzla bağlantı kurabileceğimiz filmleri karışık bir şekilde sizin için sıralayabilirim. İşte o filmler:

1- The Last King of Scotland



Filmimizde İngiltere'de yaşayan İskoç ve genç bir doktor Uganda'nın yoksul kesimlerine tıbbi yardım vermek üzere Uganda'ya gider. Tamamen toy ve biraz da zengin bir aile ile büyümenin verdiği şımarıklık, umursamazlıkla doktorumuz gittiği yeri de İngiltere gibi zannediyordur. Daha doğrusu davranışlarını gittiği yere göre uyarlamakta zorluk çeker. Tam o gittiği sırada ülkede rejim değişikliği olur. Herkesin sevindiğini gören Dr. Nicholas Garrigan da onlara katılır ve darbeci İdi Amin'i halk seviyorsa bir sıkıntı da yoktur diye düşünür. İşte tüm sorunlar burda başlar. Bir süre sonra doktor İdi Amin ile tanışır ve Amin onu kendi özel doktoru yapar. Önceleri son derece dost gibi görünen diktatörümüzün zamanla gerçek yüzü ortaya çıkar. Bu süreçte Garrigan, Amin'i araştırır, gazetecilere, onu istemeyenlere, eleştirenlere neler yaptığına şahit olur. Böylece artık genç doktor çok kötü bir şekilde de olsa olgunlaşmayı başarmıştır. İdi Amin'in eşlerinden biriyle birliktelik yaşamasıyla kadının son derece vahşi bir şekilde katledilmesine neden olmuştur.

İlk olarak anlayacağımız şey: Demokrasi her koşulda size iyilik getirmez. Demokrasi eğer siz eğitimli bir toplumsanız başarılı olur. Ama değilseniz ortaya böyle kaotik şeyler çıkabilir. İkinci olarak şu söz size çoğu şeyi özetleyebilir: Go home, tell the world the truth about amin. They will believe you, you are a white man. "Evine git, tüm dünyaya Amin hakkındaki gerçeği anlat. Sana inanırlar, sen beyaz bir adamsın." Bu sözün ardından söylenmesi gereken çok şey var ancak onu ayrı bir yazı konusu yapmayı tercih edeceğim. Dr. Garrigan'a geri dönmem gerekirse, o bana İstanbul'da yaşayıp doğuyu çok iyi anladığını iddia eden insanlarımızı anımsatmıyor değil. Bu anımsamayı çok keskin bir şekilde söylemiş olabilirim ama gerçekten böyle düşünmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum.

Filmin geneline bakarsak Forest Whitaker'ın performansını hiç tartışmamıza bile gerek olmadığını söylerim, çünkü kendisi bu filme gözünü açıp bakması bile mucize olan Oscar'dan ödül almıştır. James McAvoy ise o dönemde canlandırması gereken karakterden çok daha genç göstermesi nedeniyle bir anlığına acaba doğru seçim mi olmuş diye düşünmeme neden olmuş ama filmin ilerleyen dakikalarında bu düşüncelerimden McAvoy'un performansı sayesinde kurtulmuştum.

2- Hunger



Kitaptan uyarlanan Açlık, gerçek bir hikayeye sahip olan Bobby Sands'i konu alıyor. Bobby Sands, İrlanda Cumhuriyet Ordusu lideridir ve dolayısıyla Margeret Thatcher politikalarına karşı şu sözleri sarfetmiştir: Yabancı, zulmedici britanya varlığı defedilip, tüm irlanda halkını kendi işlerini kontrol eden, kendi kaderlerine karar veren, aklı ve bedeni hür, bağımsız insanlar olarak, kültürel, ekonomik anlamda ayrı ve özgür bir birim halinde bırakıncaya kadar İrlanda'da asla barış olmayacak.

Filme geri döndüğümüzde, film İRA üyelerinin tutuklanıp hapse atılmasını ve orada yaşananları bütün açıklığı ve saflığıyla anlatıyor. Tutuklular, Sands ile birlikte açlık ve banyo grevine giriyorlar. Bunun üzerine uygulanan şiddet hayal edilemeyecek hallere bürünüyor. Hapishane şartlarını, orada yaşananları başka bir film bu kadar iyi anlatabilmiş midir emin değilim. Bobby Sands, açlık grevine son anına kadar yenik düşmüyor ve ölüm sürecini adım adım görüyoruz, adeta biz de yaşıyoruz.

Hunger ile birlikte anlıyoruz ki hükümetler asla bireyleri umursamazlar. Ne zaman eline kendi araçları olan silahları alırsanız o zaman sizi görmeye başlarlar. Ama bu görme meselesi hiç de istenildiği gibi değildir. Öldürmek, yoketmek için görürler çünkü.

3- Jeanne d'Arc'ın Tutkusu



Bu seferki filmimiz cinsiyetçiliğe bolca değiniyor. 1928 yapımı olan The Passion of Joan of Arc'da Jean D'Arc, kendini erkek gibi göstererek savaşa katılan bir kadındır. Savaşta İngilizlere esir düşer. Yargılanması için mahkemeye çıkartılır. Jeanne D'Arc, Tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği için idam cezasına çarptırılır ve yakılarak öldürülür. Çok korkunç bir şekilde can vermesinin yanısıra dikkat çeken asıl kısım mahkemede konuşulanlardır. Jeanne D'arc'ın kadınlığına hakaret edilir. Erkek gibi giyinmesiyle alay edilir. İnanılmaz şekilde bir ezilmeye maruz kalır. Bu ezilmelerin tümü de kadınlığının üzerinedir. İşte bu nedenle mutlaka izlenmesi gereken bir filmdir.

4- Bloody Sunday



Hunger'dan sonra İngilizlere olan nefreti daha da artıracak bir filmdi Bloody Sunday. 1972'de gerçekleşen ve katliam boyutlarına ulaşan olayı anlatır Bloody Sunday. İnsan Hakları Derneği tarafından organize edilen bir yürüyüşe polis ve askerler sivillere çıkan kargaşada ateş açar. Birçok genç çatışmada can verir. Ateş açan askerlerden birine komutanı ateş açtığı kişinin silahı olup olmadığını sorduğunda olmadığı cevabını alır. Silah olup olmaması umurlarında değildi, önemli olan şey neyi temsil ettikleriydi. Bu da insan haklarıydı. Sonuç 13 ölüdür. Tutuklanan ve yaralananlar ise çok daha fazla. Film belgesel tadındadır ve edindiğim bilgiye göre İngiliz hükümeti bu filmden sonra olay hakkında yeniden soruşturma açtırmak zorunda kalmıştır. 

5- 12:08 East of Bucharest



Romanya'da komünist rejimin çöktüğü gün o meydanda olduğunu ve olaylara tanık olduğunu söyleyenlerin yıllar sonra olayı canlı yayında anlatmaları üzerine çağırılmalarını konu edinen film bir çeşit komedi filmidir diyebiliriz. Tanıklar, tanıklıklarını ispatlayamayınca ortaya komik sonuçlar çıkıyor. Canlı yayına telefonla bağlanıp tanıklar yalanlanıyor. Herkes orada bulunduğunu iddia etmeye başlıyor. Bu film insanların kahramanlık takıntılarına da biraz değiniyor. Kendi yaşadıkları yere devrim uğramayan insanların devrimi kutlamaları saçma bir hal yaratıyor. Kendileri de neye sevineceklerine emin olmayan insanların bir anlamda kendilerinin durumunu da anladıklarını görüyoruz.

6- La Haine



Bize bir avuç genç ile adımız gibi bildiğimiz (belki de sadece tahmin ettiğimiz) ötekileştirme konusunu anlatan filmdir. Anlattığı gibi sayılamayacak kadar çok ödül almıştır. Belki bu konuya değinen ilk film değildir ama bu konuya en iyi değinen filmdir.

7- Agora



Agora yine cinsiyetçiliğe yer veren ama bunun yanında dinin de buna katkısını anlatan biyografik bir filmdir. İskenderiye kütüphanesinin nasıl yıkıldığını anlatır. Hypatia bilimle ilgilenen bir düşünce insanı olmasının yanısıra bir öğretmendir de. Hristiyan, Yahudi ve Yunan tanrılarına inananlardan oluşan karışık bir sınıfı vardır. Dolayısıyla bu da beraberinde kavgaları getirir. Ama sonunda şehirde çıkan dini çatışmaların sonucu insanlar birarada yaşamaktan vazgeçer ve ayrışıp birbirlerine düşman olurlar. Bu düşmanlık dolayısıyla kötülük getirir. İnsanlar acımadan birbirlerini öldürmekten başka bir şey düşünmez hale gelirler. Kendi geleneklerine uymayanları veya yemin etmeyenleri de öldürürler. Onlara Hypatia karşı çıkar. Karşı çıkmasının bedeli olarak aşağılanır, kadın olduğu için çok kötü durumlara düşürülür. Sonunda da ölüme mahkum edilir. Onunla birlikte, yüzyılların birikimi olan İskenderiye kütüphanesi de yokolup gider. Kütüphanedeki herşeye günah gözüyle bakılır, tek gerçek kendi bildikleridir.

Bu film İ.S. 4. yüzyılda geçmesine rağmen hala aynı sorunlarla karşı karşıya olmamız çok komik bir durumdur. Modernlik nedir? Gelişmişliğinde adaletsiz olan toplumun modernliğinden ne fayda gelir? Ahlakın sadece belirli kuralları mı vardır? Yoksa kişiden kişiye değişir mi? Bu konulara yine yıllar önce filozoflar değinmiştir. Ama sanırım kimseye hiçbir şey anlatmayı başaramamışlar.

Hypatia karakterini çok sevmemin birçok nedeni var, ama en iyisi hayatında onu seven tüm erkekleri reddetmesi. Kendini işine adıyor ve dindarlar dışında kimse de ona çıkıp bir şey demiyor. Hiçkimseye muhtaç değil, yardım alıyor ama hiçbir zaman muhtaç duruma düşmüyor. Erkekler hayatında sadece yardımcı eleman konumunda. Bu durum Hypatia'yı gözümde çok saygın bir kadın haline getiriyor. Hele ki son dönemlerde Hollywood'da yapılan filmlerdeki cinsiyetçilik tartışılırken, kadınlar filmlerde basit duruma düşürülürken aklıma Hypatia geliyor: Hiçbir zaman o basit konuma düşmeyen kadın.

8- This Is England



This Is England, 1983'de savaşın etkilerinin en yoğun olduğu dönemlerden birinde geçiyor. Shaun, savaşta babasını kaybetmiş ve bunun zorluklarıyla birlikte annesiyle yaşamaya çalışan bir çocuk. Zamanla kendinden büyük arkadaşlar ediniyor. Bu arkadaşlar ondaki eksiklikleri biraz olsun gideriyor ama Combo isimli milliyetçi karakterimiz olaya dahil olup tüm arkadaş grubunu ikiye bölüyor. Shaun da Combo'ya katılıyor. Çünkü babası söz konusu ve bu konuda hükümete çok öfkeli bir halde. Daha doğrusu bu yönde kandırılıyor. O dönemde görüyoruz ki hangi taraftan tutsa elinde kalacak bir durumda halk. Thatcher'ı onaylayamazlar çünkü onları savaşa sürüklüyor. Milliyetçilere katılamazlar çünkü İngiliz olmayan herkesten nefret ediyorlar ve onları evlerinden, işlerinden edip yoketmeye çalışıyorlar. Filmde öfke alıp başını gidiyor. Filmin sonunda Jamaikalı Milky, milliyetçilere katılmak üzere Combo'nun yanına geliyor. Ama onun anlayamadığı şey kendi insanlarını reddedip, Jamaikalıları ülkeden yoketmek isteyen insanların yanına gitmenin ne anlama geldiği. Bunun bedelini Combo, Milky'ye ödetiyor. Combo'nun bu nefret dolu, ırkçı tavırlarının nedenini de Milky'ye saldırmadan önce öğreniyoruz. Kendisinin sahip olamadığı şeylere başkasının sahip olmasına dayanamaması, sevgi eksikliği onu nefrete itiyor. Shaun ise hayatında unutamayacağı bir ders alıyor. Bu film gerçek İngiltere'yi güneş gibi ortaya çıkarıyor. Televizyonlarda gözlerimizi süsleyen burjuvaziler değil halk konu ediliyor.



Yazımı burada noktalasam da anlatılacak, konuşulacak daha çok şey olduğunu biliyorum. Herkese iyi seyirler dilerim :)

0 yorum:

Yorum Gönder

BİZ KİMİZ?

Biz, farklılıkları biraraya getirmek isteyen sanatseverleriz.
Bumerang - Yazarkafe